“ÜMMΔLER KİMLERDİR?
Ahmed Hulûsi
Karşısına aniden bir “melek” çıktı ve O’nu şiddetle “SIKTI”; sonra da;
− İKRA – OKU!.. dedi.
Burada, kendisinden istenilen şey, “OKU”ması idi!..
Neyi..?
Hz. Muhammed kendi beyanına göre, “oku”yamıyordu!..
“OKU”ması gereken şeyi “OKU”yamıyordu!.. Çünkü, “ÜMMΔ idi!..
“ÜMMΔ ne demekti?..
Birbiri ardında yazılı olan harfleri okuyamamak mı?..
Esasen, Kur’ân-ı Kerîm’e göre, Araplar bu konuda iki sınıfa ayrılıyorlardı:
1. “EHLİ KİTAP”… Yani okuyanlar!.. Yani, Tevrat ve İncil’i okuyanlar ve yazanlar…
2. “ÜMMÎLER”… OKUMAYANLAR!.. Yani, Tevrat ve İncil’i okumayanlar -yazmayanlar- yani yazı yoluyla çoğaltılmasında görev almayanlar…[1]
Kur’ân-ı Kerîm,o gün yaşamakta olan Arapları ve diğerlerini, Tevrat ve İncil’i okuyanlar ve okumayanlar olarak ikiye ayırıyor; ve bu kitapları okumayanları ise “ÜMMΔ olarak nitelendiriyordu.
Bu husustaki yaklaşım şuydu…
Bir kısım insanlar vardı ki, bunlar sadece Tevrat’ı veya hem Tevrat’ı hem de İncil’i okuyor; ve dahi bazıları, bu kitapları yazarak çoğaltmayı görev biliyorlardı…
Bir kısım insanlar ise bu kitapları okumuyorlar ve Kâbe’deki çeşitli putlara tapıyorlardı…
Pek küçük bir grup da, ne kitapları okuyup-yazarak çoğaltıyor; ne de putlara tapıyorlardı; ki bunlara da “HANÎF”ler denmekteydi…
İşte, gerek Hz. Muhammed Mustafa (aleyhisselâm), gerekse Ebu Bekir es Sıddîk bu “HANÎF”ler grubuna dâhil olarak, “ÜMMΔler diye adlandırılan ve “EHLİ KİTAP” olmayan kimselerdendi! Yani, Tevrat ve İncil’i okuyup-yazmışlardan değillerdi!
Bu sebepten dolayıdır ki, Kur’ân-ı Kerîm’de ilgili âyetlerde Efendimiz Muhammed Mustafa (aleyhisselâm)’a;
“…ÜMMÎ NEBİ OLAN O RASÛLE Kİ...” (7.A’raf: 158)
Diye tavsif edilip;
“…EHLİ KİTABA VE ÜMMÎ OLANLARA DE Kİ…” (3.Âl-u İmran: 20)
“SEN O’NDAN (inzâl ettiğimiz BİLGİden) ÖNCE (Tevrat, İncil gibisinden) BİR KİTAP OKUMUYOR VE ONU SAĞ ELİNLE DE YAZMIYORDUN…” (29.Ankebût: 48)
Diye de hitap edilmekteydi!
Şayet dikkatle ve peşin hükümsüz olaya yaklaşırsak, görürüz ki, sadece “ehli kitaba ve ümmî olanlara sor”âyeti dahi, o gün için yaşayanların, Kur’ân anlayışında ikiye ayrılmış olduğunu; Tevrat ve İncil’i okuyanların “Ehli kitap”; buna karşılık Tevrat ve İncil okumamış olanların ve bunlara inanmayanların da “Ümmî” diye adlandırıldıklarını rahatlıkla fark ederiz!
Kurân’da Rasûl-ü Ekrem’e “Sen ümmîlerden olduğun hâlde onlara Kitabı ve Hikmeti öğretirsin” gibi tanımlamanın getirilmesinin mânâsı ise şudur:
“Sen, daha önce Tevrat ve İncil’i okumadığın hâlde, bu Kutsal Kitaplarda yazılı olan bilgilere uygun bir şekilde, geçmiş olaylara dair haberleri onlara ulaştırmaktasın!..
Bu da senin, O Kitapların kaynağından bu haberleri aldığını, yani vahye dayalı bir biçimde, Nübüvvet görevi dolayısıyla diğer Nebiler gibi aynı kaynaktan beslendiğini ispat eder!
Şayet sen Ümmî olduğun, yani daha önceden Tevrat ve İncil’i okumamış olduğun hâlde, O kitaplarda yazılı olanları biliyor ve onlara anlatıyorsan, bu demektir ki, sen de bir Nebi olarak Musa ve İsa’nın aldığı kaynaktan vahiy almak suretiyle gerçekleri toplumuna iletiyorsun!”
Yani, netice olarak burada ortaya çıkan gerçek şudur ki…
O devirde insanlar “Ehli Kitap” ve “Ümmî”ler olarak ikiye ayrılmaktaydı…
İncil ve Tevrat’ı okuyanlar ve elle yazarak çoğaltılmasında görev alanlar, “EHLİ KİTAP”; buna karşılık bu kitapları yazmayanlar, ve dahi okumamış olanlar da “ÜMMΔler olarak isimlendiriliyordu…
Hz. Muhammed Mustafa dahi bu kitapları okumamışlar grubundan bir fert olarak genel tanımlama içinde “ÜMMΔ diye nitelendiriliyordu!.. Bu bir…
Bir de işin diğer yanı var;
“OKU”MA ya da “OKUYAMAMA” kavramlarının burada taşıdığı anlam!..
“İKRA” yani “OKU” hitabında işaret edilen mânâ neydi acaba?..
***
[1]Burada detayına ve açıklamasına girmek istemediğim bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum… Yazarak çoğaltma olayı geçmiş topluluklarda, teknik yazı imkânları gelişmemesi sebebiyle elle devam ettiği gibi; çağımızda dahi, gerekçesi bilinerek ya da bilinmeyerek, gelişen yazım teknolojisine rağmen “elle” yazıma özel bir önem verilmekte ve bu yola devam edilmektedir… Mesela, günümüzdeki bir dinsel grubun içinde “yazıcılar” denilenleri vardır; bunlar bütün gelişmiş yazı tekniklerine rağmen gene de “elle” yazmaya devam etmektedirler… Yine bunun gibi, günümüzde “UZAYLILAR” ile görüştüklerini sanan bir grubun aldıkları tebliğleri mutlaka “el yazısıyla çoğaltmak” ve yaymakla görevlendirilmeleri söz konusudur… Keza “RUHLARLA” görüştüklerini zanneden, nice Türkiye içi ve dışı grupların aldıkları tebliğleri “el yazısıyla”çoğaltma ve yayma görevlerinin benzerliği üzerinde durmak, ve bu konuyu araştırmak gerekir kanaatindeyim…
***
“İKRA” sözünün Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’a söylendiği an’ı, yeri ve şartları göz önüne getirelim…
Yer, Hıra Tepesindeki bir mağaranın önü! Zaman, yaklaşık 1400 küsur yıl evveli! Ve elde olan hiçbir yazılı metin yok!
Şimdi bu hususa lütfen çok dikkat edin!
Cebrâil isimli melek tarafından, Hz. Muhammed Mustafa’ya hitap ediliyor:
− İKRA yani “OKU”!
Ama bu hitapla birlikte de olsa, eline hiçbir yazılı metin verilmiyor!..
Şayet bir yazılı metin verilse idi!.. Ama kağıt üzerine; ama deri üzerine; ama kemik üzerine; ama taş üzerine; her ne üzerine yazılı bir metin olursa olsun; şayet bir yazılı metin verilmiş olsaydı..!
Ve Hz. Muhammed de buna karşılık;
“Ben ümmîyim, onun için bunu okuyamam” deseydi; bu olayı Hz. Muhammed’in bildiğimiz anlamda okuma-yazma bilmeyişine işaret olarak alabilirdik belki!.. Ancak ne var ki, olay asla böyle cereyan etmiyor!
Cebrâil (aleyhisselâm)’ın;
− İKRA!.. Yani, “OKU” hitabına, Hz. Muhammed şu cevabı veriyor:
− Mâ ene bikariyyun!
− OKUYABİLENLERDEN DEĞİLİM![1]
Burada önce şu hususa dikkatinizi çekelim…
Bir kişiye durup dururken “OKU” deseniz, bu isteğe karşı alacağınız cevap kim olursa olsun, şu olacaktır:
− Neyi okuyayım?..
Çünkü, o kişi sizin neyi oku dediğinizi bilmediği için tabii olarak neyi okumasını istediğinizi soracaktır…
Şayet, “OKU” hitabına karşılık olarak, “NEYİ OKUYAYIM?” sualiyle karşılaşmamışsak; bu durum bize şunu gösterir:
Hitap edilen kişi, kendisinden neyi okuması istenildiğini bilmektedir!
Evet, nitekim Hz. Muhammed dahi, kendisine “İKRA” yani “OKU” dendiğinde, neyi okuması gerektiğini biliyordu!
Ancak ne var ki, “OKUYAMIYORDU”!
Bu “okuyamama”nın anlamı yazılı herhangi bir metni eline alıp da harfleri deşifre edememek değildi!
“Okuma-yazması olmamak” anlamında, okuyamamak değildi!
Öyle ise neydi?..