TARÎKAT, ŞEYHE TESLİMİYETTİR!

Ahmed Hulûsi

İşte bu sebepledir ki, bu incelikleri kavramış olan geçmişteki pek çok hakikate ermiş zâtlar, “tasavvuf”denilen öğretiyi oluşturmuşlardır.

“Eğer, varsayımın olan varlığından, benliğinden tümüyle kurtularak “nefs”ini tanımak istiyorsan, teslim ol; kendinden kurtul, Allâh’a er!.. demişlerdir…

“Ölmeden evvel ölmek” olayının gerçekleşmesi, mutlak mânâda Allâh’a teslim olmana bağlıdır!.. Daha doğrusu, Allâh’a teslim olduğunu fark etmene bağlıdır.

Hakiki mânâda tarikata girmekten murat, “teslim” olmaktır!..

Ben geldim, şeyhim!.. Ben seni şeyh kabul ettim, sana bağlandım!.. Bana dua ver, zikir ver, oruç ver vs… Ben de bunları yapayım” demek, teslim olmak değildir!..

Bir şeyhin sözüm ona yüz bin dervişi vardır; ama bir tane bile, gerçek anlamıyla bağlısı, yani Allâh’a ermeyi kesin kafasına koymuş ve bunun için her şeyi göze almış dervişi yoktur!..

Tam yeri geldi, Hacı Bayram Velî’nin bir hikâyesini anlatalım:

Şeyh Hacı Bayram Velî’ye derviş olanlardan vergi alınmıyor…

O devirdeki kural bu!.. Zamanın padişahının Ona olan saygısından koyduğu bir kural…

Önüne gelen de bu nedenle Şeyh Hacı Bayram’dan el alıp, derviş oluyor!..

Gün geliyor, Ankara civarında kırk bin kişi Hacı Bayram Velî’ye derviş oluyor, ki artık o civarlardan vergi alınması diye bir olay söz konusu değil…

Şikâyetler ulaşınca padişaha, o da haber yollatıyor:

Efendim, şeyhim, durum böyle böyle!.. Hakikaten bunlar dervişleriniz ise, hüküm câridir, vergi alınmayacak!.. Ancak bunlar gerçekten sizin müridleriniz mi?..

Ben size bildiririm, neticeyi… 

Diyor Şeyh Hacı Bayram ve ilan ediyor:

Benim bütün dervişlerim falanca gün Ankara ovasında toplansın!..

Büyük bir çadır kuruluyor, kazanlar kaynıyor, yemekler pişiriliyor… İlâhiler, dualar, zikirler…

En sonunda, Hacı Bayram Velî çıkıyor ortaya… Diyor ki :

Kim gerçekten bana teslim olmuşsa, dervişimse gelsin, ben onu kesip, kurban edeceğim Allâh’a; ve Allâh’a ulaşacak!..

Herkes bir şaşkınlık içinde!..

Topluluğun içinden bir kadın fırlıyor, arkasından da bir adam!..

Alın içeri!.. diyor.

Çadıra giriyorlar!..

Derken bir bakıyorlar toplanan dervişler, çadırdan dışarı kanlar akmaya başlıyor!..

Kanların aktığını gören, pırrr!.. Hepsi kaçışıyorlar… Meydanda kimseler kalmıyor!..

Daha önceden çadıra gizlenen kurbanların kesilmesiyle kanlarının çadır dışına akması, herkesin teslimiyet derecesini ortaya koymuştur!..

Padişaha name yazıyor, Hacı Bayram Velî:

 Padişahım, benim bir buçuk dervişim var

Gerçek derviş, geçici dünya menfaatini şeyhinden sormaz!.. Sorarsa, o daha derviş olmamıştır!.. Çünkü tasavvufa girmenin amacı dünya çıkarları ya da siyaseti değildir!.. Zira şeyhe teslimiyetin tek bir amacı vardır, o da Allâh’a ermek!..

Bu amacın dışında ki her amaç, gerçek gayesine ortak koşmaktır; ki bu da onun yolunu kesmekten başka bir sonuç getirmez.

Tarikata girmiş olmak için, bir mürşide tüm varlığını teslim etmen gerekir!.. Nasıl?.. Ölmeden evvel ölmüş, gibi!..

Öyle bir teslimiyet ki, bu beden üzerindeki tüm tasarrufları ona bırakacaksın!..

O, “ye” derse yiyecek, “yeme” derse, yemeyeceksin!.. “Yat” diyecek, yatacaksın; “kalk” diyecek, kalkacaksın; “çalış” diyecek çalışacak; “çalışma” diyecek, çalışmayacaksın!… “Şunları şu kimseye ver” diyecek, vermem demeyeceksin!..

Yani, bir ölü nasıl bu beden üzerinde tasarruf edemezse; bu bedenle olan hiçbir olay o ölüde etki uyandırmazsa; sen de o hâle geleceksin!..

Bu konuda seni nasıl uyarıyor dikkat et:

“Ölmeden evvel ölün”!..

Yani, “fiilen-fiziken” ölmeden önce, “ölüm” denen olayı tadacaksın!.. Yaşayacaksın ne olduğunu!..

Bugün Türkiye’de bunu yapabildiği dillerde dolaşan, maşâAllâh belki on bin şeyh var, belki de on milyon derviş var!..

Ama, eğer işin gerçek kıstaslarına bakarsan, ne on bin tane şeyh çıkar, ne de on milyon derviş!..

Konunun hakikatini konuşmak gerekirse…

Hasbelkader üç beş tasavvuf tâbiri ve evliya menkıbesi öğrenmiş kişilerin, bunları sergileyerek kendilerini evliyaymış gibi gösterip bir tarikat adı altında yayın yapmalarıdır olay!..

Elli-yüz kişinin bir araya gelip zikir yapmaları ya da tasavvuf hikâyeleri dinlemesinin gerçek anlamdaki tasavvuf çalışmalarıyla hiç alâkası yoktur!..

Ama buna rağmen bu çalışmaların da bir faydası vardır elbette…

Kişilerin kendilerini bu dünyaya iyice kaptırıp, maneviyattan uzaklaşmalarını önler en azından!..

Bugün bir kısım şeyhler, sizlere bazı gerçekleri anlatıp, idrak ettirip, kendinizi birtakım zararlı şeylerden korumanıza vesile olmaktadır!

Sizler, işin ne olduğunu öğrenmek, araştırmak isteyen heveslilersiniz…

Yapılacak iş, bulunduğunuz yerde olabildiğince İslâm Dini’nin, tasavvufun ne olduğunu öğrenip, elden geldiğince ilim sahibi olarak benlikten kurtulmaya gayret etmektir.

Nasibinizde varsa, samimi iseniz, amacınız bireysel çıkarlar değil de gerçekten sadece ALLÂH’A ERMEK ise, günün birinde gerçekten konunun ehli olan bir velîyi karşınıza çıkartır Allâh!.. Ve o zaman anlarsınız farkı!..

Öyle ise, dışarıdan, başka bir gruptan, bilmem kimlerden hiç farklı görmeyin kendinizi!..

Hangi isim altında olursa olsun, hiçbir tarikat mensubunu kendinizden küçük ya da ayrı görmeyin!.. Kim olursa olsun, öz kardeşiniz gibi ona yardımcı olun!

Kısacası, genelde bugünkü tarikat çalışmaları “tasavvuftan bahseden iyi ahlâk derneği çalışmalarından” başka bir şey değildir!.. Ama elbette bunun istisnaları da mevcuttur, çok ender de olsa!..

Olay bunun dışında, üstünde fazla bir şey değil!

Evet…

“Ölmeden evvel ölmek” denen iş kolay değildir!..

Ancak, “ölmeden önce öldükten” sonra, “nefsini tanıyabilirsin!..

“Ölmeden önce ölmek” denilen olayın ilm-el yakîni, daha önceki sohbetlerimizde geçtiği üzere, “Mülhime”denilen nefs mertebesinde; nefsin, ilham alır durumda kendini tanımaya başlamasının sonucunda oluşan teslimiyetin getirdiği hâldir.

Ve ondan sonra “ölmeden ölmek” denilen hâlin ilm-el yakîni oluşur. Ondan sonra “Mutmainne” denilen, tatmine ulaşmış yani, işin hakikatini yaşamakla tatmine ulaşmış nefs olur ki, onun adı “Velî”dir.

Velâyetin de kemâl dereceleri var:

“Veliyy-i Mükemmel” var, “Veliyy-i Kâmil” var, “Veliyy-i Mukarreb” var!.. Yüksek kemâlât dereceleri… Onlardan söz etmiyorum… Bunlar da “ölmeden önce ölmek” denilen hâlin Ayn-el yakîni ile gerçekleşir!..

“Ölmeden önce ölmek” denen sırrın Hakk-el yakîni ise ancak “Mardiye nefs” kemâlinde gerçekleşir!.. “FETH” hâli de bunun sonucudur!.. Bunun ehli de Dünya üzerinde ancak onlarla sayılır!..

Yani, ehline mutlak mânâda teslim olmadan, ölmeden evvel ölme hâli kesinlikle gerçekleşmez. Teslim olma hâli de, ancak ve ancak, bu işin bütün boyutlarını anlayıp bildikten sonra, bir milyon kişi içinden çıkabilecek bir kişiye nasip olabilir.

Çünkü, her ne kadar sözde, şartlanmalar atılacak, huylar atılacak, bedene sahip çıkma hâli atılacak vs. diyorsak da, bunları fiiliyatta tatbik edebilecek babayiğit çok azdır!..

Lafını herkese konuşuruz, ama kendimize gelip iğne dokunduğu zaman, cayır cayır bağırırız…

Şimdi kıssadan hisse…

Allâh selâmet versin, iyi bilir, Mazhar’ın anlattığı çok güzel bir hikâye var. Mevlâna’dan naklen anlatır;

Adamın biri görmüş sırtına dövme yaptırmışları, heveslenmiş, aslan dövmesi yaptırmaya gitmiş…

− Bana da, demiş, aslan dövmesi yap!..

− Peki, demiş dövmeci; benim mesleğim dövme yapmaktır. Gel, otur dövmeyi yapayım…

Dövmeci başlamış iğneyi batırmaya…

− Ayy! Ayy! diye başlamış bağırmaya adam… Ne yapıyorsun arkadaş; canım çok yanıyor!..

− Aslanın yelesini yapıyorum, demiş…

− Aman, demiş, yelesini yapma, başka yerini yap!..

Dövmeci başlamış bu sefer sırtının başka yerlerine iğneleri batırmaya… Adam gene bağırmaya başlamış:

− Aman, dur! Yapma, çok acıyor, neresini yapıyorsun?

− Aslanın pençesini yapıyorum…

− Aman pençesini de bırak, başka yerini yap!..

Dövmeci gene başlamış iğneleri batırmaya…

Bu defa gene bağırmış adam:

− Yine neresini yapıyorsun aslanın?.. demiş.

− Kuyruğunu!..

“Ben vazgeçtim kardeşim, katlanamam bu aslanın acısına!..” demiş “Aslandan da vazgeçtim, dövmesinden de…

Adam çekmiş gitmiş!..

Şimdi o hesap, Mazhar’ın da dediği gibi, “vahdet” dövmesinin lafını çok eder, sohbetlerini yaparız da; iğneler batmaya başladı mı, kaçımız dövmecide kalır, o meçhuldür!..

Onun için, biz bugün ne yapabiliyorsak, o canımız gibi bağlandığımız, tapındığımız nesnelerden ne kadarcık kendimizi kurtarmaya çalışırsak, cehennemdeki alevimizi, ateşimizi de o kadarcık azaltmış oluruz.

Zira bugün, bize o kadarcık azap veren nesneler, ölüm ötesinde sayısız boyutlarıyla, ebatlarıyla çok daha acı azaplar verecektir. Bunu böylece bilelim…

Bugün bize azap veren her olay, gelecekte çok çok büyük boyutlarıyla yarın daha fazlasıyla bize azap verecek!..

Buraya kadar anlattıklarımızı özetlemek gerekirse:

Hakikat, Dünya’da yaşanırken idrak edilecek, hissedilecek ve de yaşanacak bir olaydır. Ecel anında veya öldükten sonra yaşanılması mümkün değildir!..

Allâh’ta kendini yok etmek, yani fenâfillâh muhaldir!.. İkinci bir varlık yoktur ki, o kendini Allâh’ta yok etsin!..

Vehmini terk edip kendi hakikatini tanımaktır esas olan…

Şeriat ve tarikattan amaç, “hakikate” ermektir!..

Eğer “yol yani “tarîk”, “hakikate” ulaştırmıyorsa kişiyi, demek ki o “tarîk”, yol olma vasfını yitirmiş, artık bir tür dernek olmuştur!..

Korku atılmadıkça, vehmin terki mümkün değildir!..

Vahdet idrak edilemez, vehim terk edilmeden!..

Bütün bunlar, deli divanelikle değil, şuurla hâsıl olur.

Kendini tanımaktan mânâ; bedenini veya vücudunda ki “nefs”ini tanımak değil, aslın olan küllî mânâdaki“nefs”i tanımaktır. 

Gerçek benliğin, hakikatin de o “nefs”tir ki, bu “nefsin ne olduğunu geniş ölçüleri ile 17 no’lu “NEFS” isimli kasetimizde derinlemesine izah ettik. Bundan sonraki kitabımız olan “BİLİNCİN ARINIŞI” isimli eserimizde “Nefs” hakkında detaylı bilgileri açıkladık.

Vücudunu yok etmeyi ileri sürenler muhali söylemektedirler, meselenin aslını bilmediklerinden dolayı… Vücud yok edilemez… Çünkü, vücudunun varlığı Hakk’ın Esmâsı ile kaîmdir.

“Zâhir” ve “Bâtın” ayrı ayrı şeyler olup, ikisi de “O”dur değildir… “Zâhir” ve “Bâtın” aynı Tek şeydir!..

Öyleyse iki ayrı şey sanıp çiftlikte yaşayanlardan olmayalım!

“Evvel”, “Âhir”, “Zâhir”, “Bâtın” isimleriyle hep “O”, yani “Tek” ifade edilmektedir!..

“O”, “Vâhid” ve “Ahad”dır… Yani bölünmez, parçalanmaz, cüzlere ayrılması mümkün olmayan, “ALLÂH”tır. Çokluk yani kesret görüntüsü ise vehim ve şartlanmalar ile beş duyunun kapasitesi yüzünden meydana gelmektedir.

“Âlemler” isminin müsemması da O’dur!.. Çünkü gayrısı yoktur!..

“Lâ mevcûda illâ HÛ” demek, “mevcudat yoktur, O vardır” demektir!..

Yoksa, mevcudat vardır da, işte o mevcut olan şeylerin toplamı O’dur, demek değil…

Küllî akıl, denen tek akıl, O’nun ilim sıfatının tafsilinden başka şey değildir.

“O ve O’ndan meydana gelmiş bir âlemler müşahedesi, perdesi kalkmamış olan kişideki, Nûr perdelerinin meydana getirdiği düşüncelerdir.

Tek tek, her nesnenin, “Allâh” dediğini duymak, kesrette olana ait bir hâldir. Ve bunu ifade eden kişi, henüz Tek’liğe ulaşamadığının, perdeli olduğunun açıklamasını yapmaktadır.

Gerçekte, âlem Tek varlıktan ibarettir. Yani, tek bir yapıdır!.. Tek’in teklerinin tek tek zikri olmaz!..

Hz. Âli; “Görmediğim Allâh’a ibadet etmem” demiştir.

“Hiçbir şey görmem ki, evvelinde Allâh’ı görmüş olmayayım” demiştir Hz. Ebu Bekir…

“O” her şeydir ve her şey “O”nun Efâl mertebesindeki görüntüsüdür… Kesret âlemi de budur!.. Vahdeti anlamak üzere yola çıkmış kişilerce çıkılan ilk basamak budur!.. Ama dikkat edin, ilk basamak dedim…

Esmâ mertebesi ise, sırf mânâlardan ibarettir. Bu boyutta madde ve mikrodalga-ışınsal yapılı varlıklar mevcut değildir.

Vâhidiyet; Tek varlığın kendini tanıması, Sıfat mertebesidir, Ceberût âlemidir.

İşte bu sohbetimizde şu sıraladığım hususları açıklamaya çalıştık…

Yanlış bilinen bir husus var…