SENİ DİLEDİĞİNCE O TERKİP ETMEDİ Mİ?
Ahmed Hulûsi
Senin varlığın, vasıfların ve özelliklerin değişik terkiplerle meydana gelen Hakk’ın isimlerinden ve mânâlarından başka bir şey değildi ya!.. İşte bundan sonra… Bu terkiplerin aslı olan mânâları gerçek boyutlarıyla tanıyıp, Hakk isminin mânâsına yakışır bir biçimde aşikâre çıkmalarını temin yoluna gidersin…
Hz. Rasûlullâh’ın 1400 sene evvelinden tarif ettiği biçimdeki mânâyı, kendi özünde aynen bulup, Hakk’ın şehâdetiyle şehâdet edersin ki; Allâh’tan gayrı, âlemde mevcut değildir. Ama âlemle de kayıtlamaksızın!..
Bir Âyet’el Kürsî’yi okuduğun zaman, Allâh’ı tarif eden; Allâh “Hayy”dır, diridir; “Kayyum”dur, kendi Zât’ıyla kendi varlığını var etmesine, O’nun varlığını desteklemesine ihtiyacı yoktur, gibi mânâları “özünde” bulur; fiil olarak ayakta durmakla oturmanın senin benliğini değiştirmeyeceği gibi, yaşamakla ölmenin veya daha değişik fiilerin senin senliğinde hiçbir değişiklik meydana getirmeyeceğini; ancak bütün fiillerin, bilinçli olarak büründüğün mânâlar dolayısıyla ya da fıtrî-tabii bir şekilde bilincin dışı meydana geldiğini fark edersin.
Bu müşahedeler, sonra daha da ileriye gider ve “Allâh dilediğine hidâyet eder, dilediğini dalâlette bırakır”hükmüyle aşikâr olan mânâları müşahede etmeye başlarsın… “Dilediğinin rızkını arttırır, dilediğinin rızkını kısar” hükmünün mânâsını yaşarsın.
Bütün bunlardan sonra Esmâ perdesi kalkarsa “Vitriyet”ini, “Ferdiyet”ini, “Vâhidiyet”ini müşahede edersin…
Çeşitli isimlerin mânâlarını ortaya koyarken de, artık hakikatinden perdelenmen diye bir şeyin söz konusu olmadığı ortaya çıkar. Senin, senden perden, Atasay “ismi” ve bu ismin karşılığında var olan “vehmî benlik”idi… Oysa sendeki bu “vehmî benlik” ve onu besleyen şartlanmalar kalktığı anda, basîret gözünde Atasay “ismi” de düşer…
Bu müşahedenin sonunda da emanet sahibine iade olunur!..
O emanet, sendeki ilâhî mânâların, Atasay “ismine” ödünç verilmesiydi(!)… Atasay isminin müsemması kabul edilen, vehimden oluşmuş varlık ortadan kalktığı anda, emanet sahibine döner; ve bütün isimleriyle tecelli eden Hak, âlem adı altında, kendi isimlerinin mânâlarını seyre başlar!.. Senden!..
Bu çeşitli fiiller, ilâhî isimlerin mânâlarının ortaya çıkışından başka bir şey değildir, dedik…
Esasen bütün fiiller, Hakk’ın isimlerine dayanmasına rağmen, senin, o isimlerin mânâlarını müşahede edememen ve bunlardan perdelenmen “gaflet” denilen hâli doğurmaktadır. Fiillerde ve âlemde perde diye bir şey söz konusu değildir!..
Kendindeki, şartlanmadan doğan ismini ve vehminde var olan “izafî varlığını” ortadan kaldırdığın zaman; Hakk’ın çeşitli isimlerinin mânâlarının, terkip hükmüyle zuhurundan başka bir şey kalmaz!..
Sen, mânen ölmüş olursun!.. Zaten sonradan yaratılmıştın!..
“Her şey fenaya uğrar, Bakıy Allâh’tır!” hükmünce anlaşıldığı bir biçimde, senin varlığının ortadan kalkması ancak “Ölmeden önce ölmen”le mümkündür!.. Ölmen de, “vehminde var olan” izafî kişiliğinin kalkarak, âlemde Hakk’ın isimlerinin mânâlarından başka bir şey olmadığını müşahede etmen ile olur!.. Kendini sadece fiil mertebesinde, var sandığı bir kişilikle bulan şirktedir. Kendini sadece isim mertebesinde bulan dahi şirktedir!.. Kendini sadece sıfat mertebesinde bulan dahi şirktedir, “şirki hafî” denilen cinsten… Kendini sadece zât mertebesinde bulan dahi aynı hükümde kalır!..
Burada hemen “şirki hafî” denen “gizli şirk”e işaret eden şu hadîs-î şerîfi hatırlayalım:
İbn-i Cerir (radıyallâhu anh) diyorki, Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) buyurdu;
− Yâ Ebu Bekr… Şirk sizde karıncanın ayak sesinden daha gizlidir!.. Bir adamın: “Allâh diledi de ben diledim” demesi şirktir!..
Bir de: “Falan kişi olmasaydı, falan adam beni öldürecekti!..” diye bir kimsenin konuşması Allâh’a şirk koşmasıdır…
Şirkin büyüğünü ve küçüğünü, Allâh’ın senden kendisiyle gidereceği bir duayı sana göstereyim mi?..
“Allâhümme inniy euzuBike en üşrike bike şey’en ve ene â’lemu ve estağfiruke limâ lâ âlem!..”
Yani varlığında Allâh’ı göremeyip, o fiili Allâh’a değil, olmayan benliğine bağlarsan bu gizli şirk olur. Zira ister fiil ister mânâ boyutu olsun varlık hep O’na aittir.
Âfakta yani dış dünyada milyarlarla yıldızların içinde kaybolduğu evrende, bir mekânı olmayan “Allâh”ı bulmak, ermek mümkün olmadığına göre O’nu nerede ve nasıl bulacaksın?..
İbn-i Ömer (radıyallâhu anh) naklediyor:
Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem)’e sordular:
− Allâh nerededir?.. Yerde veya gökte midir?..
Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu:
− Mümin kullarının kalbindedir!.. (Gazâli – İhya)
Öyle ise Allâh’ı zâtında, özünde, gönlünde, şuurunda, ilimde bulup, O’nu bir mânâ ile kayıt altına almaktan kaçınacaksın…
Esasen Zât, Sıfat, Esmâ ve Efâl dediğimiz bu dört mertebe gerçekte tek bir boyut, tek bir mertebedir. Ve bu tek mertebede kendini bulan, dördüyle birlikte bulmuş olur… Bunlardan sadece herhangi birinde kendini bulma ve ötekilerini öteye atma, sendeki “ikilik” anlayışının ortadan kalkmamasındandır.
Diyelim ki ben sıfat mertebesinde kendimi buldum… Kendi tekliğimi yaşıyorum… Ama isimlerin mânâlarından geçtim, öyle bir şey yok(!)… Fiilleri görüyorsun, fiiller beni ilgilendirmez(!) diyorsun!.. Bu durumda sen hâlâ şirktesin ve hâlâ kendini tanıyamamışsın!.. Çünkü, fiil aynen isimdir, ismin mânâsı da aynen senin benliğinin mânâsıdır…
Dolayısıyla, kendini bu şekilde bir soyutlamaya gitmen, hâlâ bir “öte ilâh” mevhumundan kurtulamadığını ortaya koyar.
Fiillerin, isimlerden gelen bir biçimde oluştuğunu konuştuk… Şimdi, fiil adı verilen şeyin, belli isimlerin mânâlarının terkip hükmüyle aşikâre çıkışından başka bir şey olmadığını öğrendik… Yani, fiil eşittir isim dedik!..
Şimdi de fiil ile isim mânâları arasındaki fark noktası üzerinde duralım ve “fiil” dediğimiz şeylerin neden bu adı aldığını görelim…
Fiil, mânâların terkibinden meydana gelir… “Esmâ” denince, salt mânâlar kastedilir… Yani hangi isim söylenirse, o isimle kastedilen mânâ akla gelir… Oysa fiil mertebesinde, bir fiil denildiğinde, o fiili meydana getiren mânâlar terkibi söz konusudur. Her fiil, fiil adı altında çeşitli mânâları değişik nispetlerde toplamıştır. Yani, birkaç ismin mânâsının, bir terkip şeklinde birleşerek ortaya çıkmasının aldığı isme “fiil” deriz. Fiil mertebesi denmesinin sebebi, birkaç ismin mânâsının sayısız terkipler şeklinde ortaya çıkmasıdır.
İsim mertebesinde ise, isimler, yani bu isimlerle kastedilen mânâlar, sadece o ismin müsemması olan bir mânâ olarak, tüm hâldedir!.. Bu mertebede mânâ terkipleri söz konusu değildir. O isimle, salt o mânâ kastedilir.
Mesela bir Ziya ismi altında, kaç tane ilâhî ismin mânâsı bir terkip hükmüyle aşikâre çıkarır ve karşımızda gördüğümüz o şeyin varlığını meydana getirir!.. Yani, Efâl mertebesi dediğimiz, değişik isimlerin mânâlarının terkipler hâlindeki görüntüsüdür.
Sıfat mertebesi ise, salt benliği biliş mertebesidir… Tabii buradaki benlikten murat, izafî benlik değildir!..Esmâ mertebesi ise, benliğindeki mânâları buluştur… Benliğindeki çeşitli mânâların, değişik şekiller ve oranlarla terkibi Efâl mertebesini meydana getirir. Efâl mertebesindeki değişik terkipler, yani mânâ terkipleri de senin mutlak varlığınla, yani zâtınla kaîmdir… Zâtın olmasa, o mânâlar hiç olmaz. Dolayısıyla, Zât aynen Efâl mertebesinde mevcuttur!..
Bu sebeple, Efâl mertebesinde müşahede edilen, gerçekte aynen Zât’tır; ancak, herhangi bir kayıt veya sınırlama söz konusu olmaksızın, kendi boyutunda!..