“Mülhime”, ilham alan anlamınadır. Yani bu düzeye gelen kişi kendisinin üstünde olan çeşitli mertebelerden gelen ilhamları almağa başlar; arınması, nefsini tezkiye etmesi nispetinde. Bu sebeple de ilhamın geldiği mertebenin özelliğine göre hâller yaşamaya başlar!..
Kâh, Mutmainne’den ilham alır, kâh Râziye’den, kâh Mardiyye`den!.. ve bu ilhamlar onda yaşandığı süreç içinde, o kendini sanki o mertebeleri yaşıyormuş, o mertebelerin ehliymiş gibi hisseder. Oysa gerçekte “mülhime” nefs durumunun tabiî neticelerini yaşamaktadır!..
Muhakkikler, beden, nefs, kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ diye bir tasnif yapmışlar…
Gene bu muhakkikîn, nefs mertebelerini de Emmâre, Levvâme, Mülhime, Mutmainne, Râdiye, Mardıye veSâfiye diye tasnif etmiş ve sıralamış kendilerine ulaşan bilgiye ve müşahedelerine dayanarak…
Bunlardan ne anlıyoruz biz?
Bir merdiven yedi basamaklı… Teker teker çıkacağız bu basamakları!!!.
Bunları çeşitli yükseklikte merdiven basamakları yerine; dıştan içe-öze sıralanan ve bir sonraki bir öncekini kuşatan boyutlar olarak düşünsek?
Buzun neresinde hidrojen ve oksijen atomları?. Beynin neresinde akıl?… Emmârenin neresinde Sâfiye?…
Yıllar önce, bir sohbette doldurduğumuz “NEFS” adlı kaseti hatırlayın!
Kişi tekâmül ederken, emmâre nefs bilincinden çıkıp levvâme bilincine; levvâme bilincinden çıkıp mülhime bilincine geçmez gerçekte; her ne kadar anlatım, açıklama sadedinde böyle konuşulsa da… O bilinç boyutunun bakış açısı kendisinden açığa çıkar!.
Herkeste bu yedi nefs mertebesi toplu halde, bir bütün olarak mevcuttur!.
Mutmainne düzeyine geldikten sonra Nefs, “Velî” adını alır… Mutmainne düzeyindeki kişi, “ilmel yakîn” düzeyindedir. Mutmainne, Fenâfillah`ın başlangıcıdır.
“Mülhime”de Fenâ-i ef`al ve sonucu olarak “tevhid-i ef`âl”; Fenâ-i esmâ ve sonucu olarak “Tevhid-i esmâ; Fenâ-i sıfat ve ertesinde de “tevhid-i sıfat” yaşanılır…
Fenâ-i Zât`la birlikte Nefs, kendini beden kabul etme fikrinden arınmaya başlar. Bunun neticesinde de “Fenâfillah”a girer; ki “Fenâfillah”, esas “Mutmainne”de başlar; velâyet mertebesidir!.
Mutmainne ve Mutmainne`yi takiben Râdiye “Fenâfillah“dır…
Mutmainne`de ve Radiye`de Şirk-i hafi henüz mevcuttur; tam olarak yokolmamıştır!. Yani, varlığın aslının Hak olduğunu bilir; “Ene`l Hak” der!… Ama buna rağmen, “Ene`l Hak” sözünün içinde gizli bir benlik vardır.
124 bin evliyânın çok büyük bir kısmı şerîat evliyâsıdır… Geriye kalan tasavvuf yollu kemâle ulaşmış evliyanın büyük çoğunluğu da Mutmainne düzeyindedir.
Bunun diyelim dört bini de Râdiye`dir.
Nefs-i Mardiyye sahipleri, “fetih” sahibidir. Nefs-i Mutmainne`de ve Nefs-i Radiye`de keşif vardır. Onların ilimleri İlmi Bâtın`dır. Kalp gözü açıklığı denen, varlığın bir takım sırlarına vâkıf olma hâli vardır. MardiyeNefs sahibinde fetih vardır; kendilerinde yaşanılan ilim, ilmi Ledün`dür!…
Mutmainne`deki, Veli`dir.
Râdiye`deki, Veli-i Mükemmel`dir.
Mardiye`deki, Veli-i Kâmil`dir.
Safiye`deki evliyâullah ise “Ulül Azm” olarak bilinir, belli bir görevi olan bu zevât ya “Müceddid”dir; “Gavs“dır ya da Kutb-ul Aktab veya Kutb-ul İrşâd`dır!..
“Mardiye”, sıfat mertebesidir, dedik. İlâhi vasıflarla vasıflanmış kişidir…
“Mutmainne” ve “Râdiye”, “Velâyet-i Suğra”dır.
- 40`ların bir kısmı “Mardiye”dedir, bir kısmı “Râdiye“dedir. 40`ların reisi “Mardiye“dedir, 7`ler “Mardiye“dedir, 4`ler “Mardiye“dedir.
- “Mutmainne“de “İlmel Yakîn” hâsıl olur. Bu, “Râdiye“de “Aynel Yakîn”e döner. “Mardiye”de, “Hakkel Yakîn”hâsıl olur ve bu zâta “Arifi Billah” denir; İlâhi sıfatlarla tahakkuk eder. Yani, o sıfatların gereği olan hâlleri kendinden ortaya koyuyorsun, ama kendinden derken kişiselliğinden değil, Nefs–i Küll olarak varlığından… “Râdiye“de, “Tecelli-i Esmâ” vardır.
- “Mârifet“den sonra, “Mutmainne“de ve “Râdiye“de “hakikat” yaşanır. Bu “hakikat” sonrasında “Mardiye”ye yükselirse, o zaman “Mârifet-i Billah” meydana gelir. Yani, “Allah`ın indinden ihsan ettiği ilimle” bilme hâli ki, o takdirde bu kişiye “Ârif-i Billah” derler…
Belki şöyle diyeceksin:
“Burada yapamadık, göremedik, elde edemedik ama, oraya gittiğimizde yaparız..“
Hayır!.
Hiç öyle bir şey umma! Öyle bir şey söz konusu değil!.
“Orada bana filânca yardım eder de benim mertebem yükselir…”
Hayır! Böyle bir şey muhal!.
Hiç kimse senin mertebeni orada artıramaz!.
Bu devirde en çok kullanılan bir söz de şudur, özellikle târikatlarda;
“Biz bu durumda ölsek de önemli değil. Şeyhimiz orada bizim elimizden tutar. Bize mertebelerimizi atlattırır, yükseltir.“
Hayır!
Böyle bir şeye dair ne bir âyet vardır, ne de bir Hâdis vardır. Tamamen bir uydurma bir zan!.
Hiçbir şeyh, veli, evliyânın öbür tarafta, dikey bir yükselmeye dair, şefaati yoktur, şefaat edemez!.
Yatay genişleme olur. Ama, yatay genişleme kişiye mertebe getirmez. Yani, levvameden, mülhimeye; mülhimeden, mutnainneye; mutmainneden, radiyeye kişiyi geçirtemez! Velev ki, dünyada iken geçmiş olsun…
Dolayısıyla, nasıl bir gelişme umuyorsan, onu dünyada iken gerçekleştirmek zorundasın.
Varlığın Hakk`ın varlığı olduğu, Hakk`ın bu suretlere bürünerek var olduğu ve bu suretlerde Hakk`ı seyretme hali “Mutmainne” ve “Râdiye“de ağır basar.
Madem ki algıladığımız kadarıyla evren gerçek boyutu itibariyle TEK`tir…
Senin, “benim şuurum” dediğin şey de, evrensel şuurdan başka bir şey değildir!…
Bu da demektir ki, karşında cereyan eden olayda, beğenmediğin fiilin kökeninde, sen yatıyorsun ama birimselliğinle değil!..
İşte tasavvuftaki nefsin(bilincin) beşinci mertebesi olarak anlatılan “Nefsi Râdiye” mertebesi, şuurun bu idrâka ermesi hâlinde, gereğini yaşamasına verilen isimdir… Ve burada dahi “gizli şirk” kısmen mevcuttur!…
“Yaradılmışı severim, yaradandan ötürü”
İfadesindeki mânâ üzere; sayısız varlıklarda, o varlıklarda meydana getirilen mânâları seyredersin…
Ama, insan gibi şartlanmaların doğrultusunda düşünmeyi, değerlendirmeyi terkedebilmiş isen; yani, bedensel arzu ve isteklerinle oluşmuş kozandan bilincini arındırmış, “saflaşmış nefs” olarak kendini hissedebilmiş isen, “esmâ” boyutunun sayısız mânâları içinde gezinirsin!.
Öyle biri için deriz ki :
“O, bizim aramızda yaşamıyor(!)”
Yaşıyor, oturup-kalkıyor, yiyip-içiyordur ama gene de o bizim aramızda değildir!…
“Kimbilir, nerede şu anda?..” deriz.
Bilinç boyutunun sayısız mânâları içinde yüzüyordur!… Buna bir diğer ifade ile, “Esmâ âleminde geziniyor”da derler…
Yani, Allah`ın isimlerinin işaret ettiği mânâlar içinde geziniyor, denmek istenmektedir.
Bu seyir hâlindeyken kimi dışarıdan perdelenir, olup biteni farketmez, kimi de aynı anda iki boyutu birden yaşar!
Bu bahsettiğimiz ahvâl, “Mutmainne” ve “Râdiye“ denilen, Nefsin hakikatını idrâk mertebelerindeyaşanılan hâldir… Tecellî-i Esmâ`dır!.
O mânâlarda gezer bilinç, gezer ama; bilir de kendi mânâları olduğunu onların!..
Sonra bir “Mardiye” hâli gelir ki, eğer gelirse; orada kendi zâtî sıfatlarıyla tahakkuk eder!…
Artık O`nda yoksun sen; denizin içinde yüzen buzdan heykel erimiş; kendindeki mânâları seyreden, Kendi olmuştur!.
Yunus`un sözü olan, “Yaradılmış`ı hoş görürüm, Yaradan`dan ötürü“nün yaşam hâli…
İşte bu noktada o, her bir birimden meydana gelen fiile rıza gösterir.
Bu rıza gösteriş dolayısıyla şuurunun aldığı isim; “nefs-i Râziye“, razı olmuş “nefs”dir… Burası, Tecelli-i ef`al mertebesidir. Ayn-el yakîn mertebesidir…
Bu mertebeye erdiğinde öyle bir hâl alırsın ki, bütün mevcûdat yok olur, sadece Allah kalır gözünde… Gerçeği müşahedeye başlarsın!.. Allah kalmıştır, basiretinde yalnızca!..
Görür gözün, işitir kulağın, tutar elin, yürür ayağın, söyleyen dilin hep «O» olur.
Çünkü sen, kendi «varsaydığın» benliğinden sıyrılmış, O`nda erimişsindir!.. Çoktan razı olmuşsundur.
Burada dikkat et;!. bu razı oluş, cebren boyun eğiş manâsında değildir. Yani, burada sabıra yer yoktur!.. Çünkü sabır, insanın hoşlanmadığı bir hal veya durumun zuhurunda, mecburen ona boyun eğerek, kabullenmesi, demektir.
Sabır daha evvelki derecelerde vardı… Halbuki, artık burada hoşlanılmayan bir hadise bahis mevzûu olamaz!.. Mâdem ki Rab dilemiş ve o olayı yaratmıştır, hepsi hoştur, hepsi güzeldir.!
Zaten bir eser, sahibine diyebilir mi ki, niye beni böyle yaptın.
İşte bundan dolayıdır, artık sabırla bile alâkan kalmamıştır!..
Bu mertebeye erince, artık kimseyi kınamazsın!.. Kimseye, şunu niye böyle yaptın veya böyle yapsaydın ya, da demezsin!.
Tıpkı, Efendimiz gibi….
Efendimiz, on sene kendisine hizmet eden Hz. Enes`e; Bir defa olsun, «of»; veya «bunu niçin böyle yaptın»; ve yahut ta «şunu şöyle yapsaydın ya» dememiştir.
Çünkü O, kaderin ne olduğunu bilirdi!.. Ve sen de, burada biraz “kader” sırrına vakıf olmaya başlarsın.
“Rabb-ül âlemîn“`e (her bir âlemin-birimin belli bir programla var edenine), imân edene ise, ne bir korku vardır ne bir hüzün; artık o, tatmin olmuş bir bilinç hâli ile cennet yaşamına davet edilir, razı olmuş olarak!.
CehennemiNden kurtulmak, nefsini tanımaktan değil, “Rabb-ül âlemîn“`e iman etmekten geçer… Bunu çok iyi anlayalım…