ÖZ’ÜN SEYRİ
Ahmed Hulûsi
“Hel eta alel’İnsani hıynün mined Dehri lem yekün şey’en mezkûra” (76.İnsan: 1)
“KânAllâhu ve lem yekûn meahu şey’a”…
“HalakAllâhu Ademe alâ sûreti Rahmân”…
“HalakAllâhu Ademe alâ sûretihi”…
“Ben gizli bir hazine idim; bilinmekliğimi istedim, âlemi meydana getirdim. Bilmekliğimi istedim, Âdem’i meydana getirdim.”
Bütün bunlar, neyin işaretleri ve şifreleri?..
“Hel eta alel’İnsani hıynün mined Dehr…”
“Dehr” üzerinden öyle bir yaşam vardır ki, insan anılmazdı… Anılır bir şey değildi…
“Allâh vardı, onunla bereber hiçbir şey yoktu… El an öyledir…”
“Allâh Âdem’i kendi sûreti üzere meydana getirdi. Veya, Rahmân’ın sûreti üzere meydana getirdi…”
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi istedim!..”
“Rabbimiz, bu yerleri gökleri yaratmazdan önce neredeydi?.. Altında ve üstünde hava olmayan âmâ’daydı!”
Bize ulaşan bu işaretleri, şifreleri, ister âyet olsun, ister Rasûlullâh (aleyhisselâm) açıklaması olsun, anlamak için önce bu günün ilmi düzeyinde, erişebildiğimiz bir gerçeği göz önüne almak lazım…
Eğer bu gerçeği göz önüne almazsak, bu çok önemli noktayı gözden kaçırırsak, kendimizi ebediyen belli perdelerden ve konunun mecazî anlatımının oluşturduğu hayal dünyasından kurtarmamıza kesinlikle imkân yoktur…
Hatırlayalım, bilincimizi örten en önemli ve kalın perde nedir?..
Beş duyu kayıtları! Yani bilincimizin, beş duyu verileriyle bloke olarak gerçekleri değerlendirmekten perdelenmiş olması…
Normal bir insanın yaşamı beş duyu dediğimiz kesitsel algılama organlarının verileriyle oluşur, gelişir. Beş duyu dediğimiz kesitsel algılama organlarının verileriyle kayıtlanmak suretiyle bilinç KOZASINI örer! Fakat sonrasında gelişen bilinç, beş duyu verilerinin kaydından kendini kurtaramazsa, kozasından çıkamayan ipek böceği gibi kaynar suya atılıp orada mahvolmaya mahkûm olur.
Koza, ipek böceğinin gelişmesi içindir, ebediyen içinde yaşamak için değil! Ancak, gelişen ipek böceği, kozasını delip kendine göre sonsuz göklere uçarsa, hedefine ulaşmış olur. Dünya yaşamı ve biyolojik bedenimiz de bizim kozamızdır; gelişip kendi öz kuvvetlerimizi elde edip yeni bir boyutun yaşam şartlarına ulaşabilmemiz amacıyla oluşturulmuştur.
Beş duyu veri sınırları içinde gelişen bilinç, bu kesitsel algılama organlarının oluşturduğu veritabanının hammaddesiyle örülmüş kozasını delip evrensel bilinç sonsuzluklarına kanat açamazsa, kendi hakikatinin ne olduğunu öğrenmekten mahrum kalır.
Beş duyu dediğimiz kesitsel algılama organları, varlığın içindeki, varlık âlemindeki sayısız ve sınırsız mânâlara oranla, âdeta denize nispetle alınan bir damla su mesabesindeki mânâları değerlendirebilir.
Normal beş duyu kaydında yaşayan, beş duyunun ötesine geçemeyen bir insan, beş duyunun ve tabiatının yani, bedenindeki fiziki ve kimyevi dürtülerin istikametinde bir yaşamla, kozası içinde mahvolmaya mahkûmdur…
Beş duyuyu oluşturan lokalizasyonlar, beynin belki de milyonda bir kapasitesiyle alâkalıdır. Beynin sayısız özelliklerine, yeteneklerine bir numune olmak üzere beş duyu meydana getirilmiştir…
Oysa burada şunu göz önüne almak gerekir…
“İnsan” derken bu kelimeyle genelde işaret edilen yapı olan insan beyni, varlıktaki canlı ve cansız, sayısız isimlerle andığımız nesnelerle özdeş bir gelişime sahiptir.
Yani beyin, hücrelerden; hücreler, moleküllerden; moleküller, atomlardan ve nihayet atomlar da orijin yapı olan enerjiden meydana gelmiştir. Enerji derken, okuduğumuz veya bildiğimiz statik veya kinetik enerji bâbında değil; varlığın, her şeyin orijinini teşkil eden enerjiden söz ediyoruz.
Bir hücredeki yaşam biçimi ve onda kendine has mânâyı oluşturan DNA ve RNA dediğimiz genetik dizilim; çeşitli atomlardan meydana gelmiştir. Bu genetik dizilim, çeşitli zamanlarda ve şartlarda dahi, uzaydan gelen çeşitli kozmik ışınımlarla belli değişimlere uğrar.
Bugün modern bilimde, çeşitli dalga boylarıyla, çeşitli ışınlarla, hücre genetiğini oluşturan bu dizilimi etkilemek suretiyle değişik türler ve cinsler oluşturma yoluna gidilmektedir. Bu çalışmalar henüz, nebatlarda veya çeşitli virüs ve bakterilerde deneme aşamasındadır.
Bu realite, yani genetik yapı ile “X” ışınları aracılığıyla oynanması, beyin hücrelerinde de aynı olayın gerçekleşebileceğinin ispatı ve uygulamasıdır!
Bilinç; genetik veriler ve astrolojik veriler tabanında gelişen, çevresel algılamalar sentezinin oluşturduğu “ben” adını verdiğimiz şeydir.
Bilinç, esasen bedene ait bir şey değildir! Beynin eseri olarak ortaya çıkan, oradaki son derece kapsamlı analiz ve sentezlerin oluşturduğu bir düşünsel yapıdır; “Nefs”e aittir!
Gerçekte, evrende sayısız boyutta sonsuz mânâlar ve dolayısıyla varlıklar mevcutsa da; bunların her biri, kendi boyutundaki kendini değerlendirebilecek varlık türleriyle fark edilmektedir…
Yani, madde boyutunun varlığını algılayacak beş duyu meydana getirildikten sonra madde boyutu değerlendirilir! Veya, ışınsal boyutu değerlendirebilecek, ışınsal değerlendiriciler oluştuktan sonra, o dalgalar değerlendirilir. O dalga boylarına uygun yapıdaki varlıkların varlığı ile onlardaki mânâlar ortaya çıkar…
Şimdi şu gerçeği hatırlayalım…
“ULÛHİYET” vasfıyla işaret edilen ve “ALLÂH” denilen sonsuz-sınırsız varlığın dışında ikinci bir varlık yoktur gerçekte!
Sınırı olmadığı için de bu varlığın dışından asla söz edilemez!..
Bu sonsuz-sınırsız varlık, bir yönü ile “Câmi”, yani bütün mânâları cem etmiş, kendinde bulunduran; bir yönü ile “Muhiyt” yani, bütün mânâları ihâta eden, kapsayan bir varlık olması neticesinde, kendinde mevcut olan bütün mânâları, gene kendi, kendi ilminde seyreder.
O’nun içinde başka varlıklar mevcut değildir; ve kendinden başka bir varlık meydana gelmemiştir… Çünkü;
“Doğurmamıştır”!..
“Doğurulmamıştır”!..
Yani, O’ndan meydana gelen ikinci bir varlık söz konusu değildir.
“Sadece Allâh var ve O’nunla beraber hiçbir şey yok!.. El an böyledir!”
Yani “An”, bu bahsedilen “An”dır. Zaman, mekân, madde, uzay gibi kavramlar hep beş duyuya GÖRE var kabul edilen şeylerdir.
Oysa bu boyuttaki zaman, “an”ın sürekliliğidir! Diğer bir deyişle zaman kavramı bu boyutta geçersizdir!
Bunlar hep, sonsuz ve sınırsız varlığın kendindeki mânâları seyri durumunu anlatan hususlardır…
Göz boyutundan çıkıp, gözün algılama kapasitesini aşıp da, bilimsel ve düşünsel olarak yaklaşabilirsek…
Varlık âleminin; algılayamadığımız alt boyutlarında, santimetrenin milyarda biri kadarlık dalga boylarından, kilometrelerce uzunluğundaki dalga boylarına kadar, sayısız fakat her biri, bir mânâ ifade eden dalga boylarından oluşan bir yapı olduğunu fark ederiz. Bu yaratılmışlar boyutudur. “Efâl” âlemidir!..
Bunların her biri kendine has mânâlar ihtiva eder. Bu mânâlar, kendilerini algılayacak yapılar tarafından algılanır. Algılayamayacaklar tarafından da “gayb” hükmü ile gizli kalırlar!.. Bu “mutlak gayb” değil, “muzaf gayb”dır!.. Yani, “göresel gayb”…
Biz, özümüzü ne kadar tanıyabilirsek, ne kadar beş duyu ve beden kaydından soyutlanıp, orijinimizi derinliklerimizde bulup, tanıyıp, değerlendirebilirsek, o oranda varlıktaki gaybî mânâları çözmeye başlarız.
Öte yandan bu mânâları gerçekte seyreden ise, biz değil, mutlak varlıktır!
Gerçekte bu seyir, “TEK’in SEYRİ”dir!
Tek bir “an”lık seyirdir bu!
“An”dan sonra an, “dem”den sonra dem vardır sanmayalım!
“An”, Tek’tir!.. “Dem”, Tek!..
O “an”, Tek “dem”! Amma… Değerlendirebilecek olan “saflaşmış bilinç” noktasında kendimizi bulabilirsek!
Dedik ki;
“Kendindeki sayısız mânâları seyretmeyi diledi ve o mânâlara uygun sûretleri meydana getirdi.”
Nerede?..
Buna, “ilminde” diyebiliriz ancak… Eğer mutlak gerçeği dile getirmek gerekiyorsa!
Elbette, bu kelimelerin mânâlarını iyi anlamak lazım!.. Bu, meydana getirilen “sûretler”, seyretmeyi dilediği “mânâların sûretleri”dir…
Burada, “sûret” derken, “fiziki sûret” anlamayalım! Buradaki sûret, “mânânın sûreti”dir. O sûretleri meydana getiren, “Musavvir”dir!..
Bu, sonsuz ve sınırsız varlıktan söz ederken, O’nun kendinde seyretmek istediği mânâlar derken, şu Dünya’yı ve üzerinde yaşayan 3-5 milyar insanı düşünmeyelim.
Sadece galaksi boyutunda, yüz milyarlarla ifade edilen güneşler, bunların uyduları ve bunların her birinde var olan sayısız mânâlar söz konusudur. Bütün bunlar sadece bu galaksidendir!.. Bir de bu galaksi gibi milyarlarla galaksi söz konusudur. Ayrıca insanın bedeninde var olan milyarlarla atomun her birinin kendine has mânâsı ve yapısı söz konusu olduğu gibi, galaksi boyutunda da, evren boyutunda da sayısız ve sınırsız varlıklarda var olan, sayısız ve sınırsız mânâlar söz konusudur.
İşte bu ilimle görebilirsek “An” kelimesinin ifade ettiği anlam içinde, “Dehr” kavramı içinde, öyle bir anlam mevcuttur ki, bu boyutta insan, “anılası bir varlık” bile değildir!
“Öyle bir zaman oldu geçti; geçti de, şimdi insan var oldu” gibi anlamak çok basit olur! Anlatılmak istenen esas anlam, bu değildir…
Siz, o insanın adının dahi anılmadığı “Dehr” içinde yer alabilirsiniz!
Dilemişse! “Sizsiz” bir hâlde!
“Dehr’e sövmeyin! Dehr, Allâh’tır!” diyor Rasûlullâh (aleyhisselâm).
Dehr – An – Sınırsız – Sonsuz – Zaman kavramsız An!
Kendindeki hangi isimler vasıtasıyla oluşacak mânâyı seyretmeyi dilediyse, bu irade edişi o şeyin olması demektir!
“Bir şeyi irade ettiğinde, O’nun hükmü, ona “Kün = Ol!”dan (olmasını istemesinden) ibarettir!.. (O şey kolaylıkla) olur.” (36.Yâsiyn: 82)
Yani, o şeyin olmasını düşünmesi, zaten o şeyin olması demektir!.. O şey düşünüldüğünde, zaten o şey olmuştur!.. Olmuş ve bitmiştir; olacaktır değil!
Allâh için, geçmiş ve gelecek gibi bir kavram söz konusu değildir!
Kendindeki hangi mânâyı oluşturmayı dilediyse, o mânâya uygun sûreti dilediği boyutta oluşturmuş ve o sûrette o mânâyı yaşamıştır…
Nerede?..
Ne içinde, ne dışında!..
O sûretin oluşması, dilenilen mânâyı yaşaması, o sûretin kendi mânâlarını ortaya koyması ile meydana gelmiştir. O mânâlar, ortaya koyabileceği mânâların ve şartların oluşmasıyla meydana gelmiştir. O sûretin o mânâyı yaşaması, onu oluşturacak ortam, şartlar ve olaylar neticesinde oluşmuştur.
Bütün bunlar, “ilminde” YARATILMIŞTIR!
Gerçekte, var olan tüm varlıklar, ancak ve sadece, ilim boyutunda ve “İSMEN” vardır.
Bunun dışındaki varlıkları ise, “yok”tan ve “hayal”den ibarettir!
İlim boyutunda varlarsa, bu da “var kabul edilişleri” itibarıyladır!
Yani, varlıkları emanettir! Konulan isimler dolayısıyla, onların Allâh dışında bir varlıkları varmış gibi kabul edilirler.
Oysa gerçekte sadece Allâh vardır!..
Kime göre?..
“Mardiye Nefs” bilincinde, “Velâyeti Kübrâ” ihsanına ermiş, “feth” sahibi zevâtın gözünden gören “O”olması durumuna göre!
İşte bu bakışta anlaşılmalıdır ki, var kabul ettiğin her şey O’nun ilminde yarattığı kendi Esmâ sûretinden başka bir şey değildir!.. “Şey”ler bağımsız bir “var”lığa sahip değildir.
Duyulara göre varsanılan her şey, ilim boyutunda değerlendirilmeye alındığı zaman fark edilir ki, o sadece bir “ilmî sûret”tir!
Bir Esmâ terkibi ile kayıtlı varlıklar söz konusudur evrendeki tüm boyutlarda ve katmanlarda.
Bu mânâların sûretleri ve sûretlerin oluşturduğu yapıların kaydından kurtulmuş, “Hiç”lik deryasında varlığını yitirmek suretiyle, “hiç” olmuş; böylece de “hep” durumundakilerdir “Nefs-i Sâfiye” durumundakiler!..
“Hiç” olmak suretiyle “Hep”liğini yaşayan, “VÂHİD’ül AHAD”ın ilmindeki varlıklardır…
Şimdi şu işaretleri fark etmeye çalışalım:
“Herkes yaratılış programı (fıtratı – şâkılesi) doğrultusunda fiiller ortaya koyar!..” (17.İsra’: 84)
“Herkes ne için yaratılmışsa, ona, o kolaylaştırılır.”
“Onlara, amelleri kolay gelir.”
“Onlar hangi mânâlar için meydana gelmiş ise, o mânâları ortaya çıkarmak, onlara kolay gelir.”
“Rabbin dilediğini yaratır ve seçer! Onların ihtiyârı (seçim hakkı) yoktur!..” (28.Kasas: 68)
Şayet;
Kayıtlılık, sınırlılık, kozada ölüp gitmek için var edilmişse; kozada kalmak kolay, kozadan çıkmak ise zor gelecektir.
Ne var ki, her kozadan çıkış, her rahimden çıkış, büyük zorluklarla olur!
Bir hayvanın doğurması, bir insanın doğurması, bir böceğin kozadan çıkması… Bütün bunlar, sayısız zorluklardır.
Madde dediğimiz boyuttan da semânın melekûtuna geçebilmek öylesine zordur!
Çünkü, bir boyuttan, diğer bir boyuta geçiş yani “BÂ’S”, yeni bir doğum, yeni bir başlangıç, bir sonun ardındaki bir ilktir…
Ama, kimine de kolaydır!.. Allâh’ın kolaylaştırdıklarına kolay gelir…
Sayısız ve sonsuz yapı!.. İhâtası mümkün olmayan mânâlar!.. Varlığına işaret eden bir isim; ama, o ismin mânâsıyla kayda girmeyen sınırsız-sonsuz yapı!..
Ben, sen, o da yaşamak için var olmuşlar… Ama bir de…
Ben’siz sen’siz Bir’leşenler!..
Sen, “sen”liğini bırak!.. Ben, “ben”liğimi!.. “Sen”siz, “ben”siz olalım! “Hiç”likte buluşalım!..
“AŞK”, “ben”den doğar, “sen”den doğar!
Aşk, sevenle sevilen arasında perdedir!
Seven sevilende yok olduğunda, “Aşk” tamam olur!
Burada sakın sevgi ile beğeniyi karıştırmayalım… Beğenen, beğendiğine sahip olmak ister; seven, sevdiğinde varlığını yok eder!
Seven, sevdiğine varlığını teslim edip, O’nda yok olduğunda ikilik kalkar! Senlik-benlik kalkar, “Bir”lik başlar; ve “Bir”lik “vitriyete”, “TEK”liğe “Vâhidiyet”e dönüşür! “TEK”lik, “AHADİYET” içinde erir, gider. Bireysel anlayış, bilinç, hükmünü yitirir!..
Bir deyişe göre;
“Nokta’da başlayan, Elif’te biter”!..
Yani, her şey “Ahadiyet” noktasında başlamış ve “Vâhidiyet” elifinde son bulmuştur. Tecelli tek bir tecellidir ki, o da “Tecelli-i Vâhid” olarak anlatılmak istenilmiştir.
Ya da, “Nokta’da başlayan, Siyn’de biter.”
“Siyn”, “İnsan”dır!..
“Nokta”, “Ahad”dır!..
Kur’ân, Besmele’nin “B”si ile “B”nin altındaki Nokta’dan başlar.
“B”deki Nokta’nın uzamışı “Elif”tir!.. Elif’i yayıp uzatmışlar…
Nereden?..
Nokta’dan!
Bir çizgi çizmek istediğiniz zaman nokta ile başlarsınız. Önce, nokta oluşur, sonra noktayı uzatırsınız, noktalar sıralanır ve çizgi meydana gelir. Yatık bir çizgi ve onun kaynağı olan nokta…
Besmele’nin başı “B” harfi!.. Nokta hep nokta! Hiç açılıp saçılmamış! Harfler ise Elif’in uzayıp çeşitli şekillere bürünmesiyle oluşmuş! Ve de her bir harf “nokta”ların bir araya gelmesiye meydana gelmiş. Öyle sık bir araya gelmiş ki noktalar, biz noktaları hiç fark etmeyip, harfler varsanıyoruz!
“Ben Ba’nın altındaki noktayım” diyen, Hz. Âli kerremAllâhu veche…
(Hem “hiç”im, hem “hep”im, hem de “Elif”im mi demek istiyor bunu diyen acaba?)
Kurân’ın son sûresi olan “Nâs”…
“Nâs”… Yani, “Nâs=İnsanlar”…
“Siyn” harfi de “İnsan”a tekabül eder. YâSiyn’deki;
“Yâ Siyn”, “Ey İnsan” anlamındadır.
Öyle veya böyle, mühim olan, Nokta’dan insan’a ulaşan bir yarım daire ve insanın bilinç boyutundaki seyahati ile ulaşılan tekrar O Nokta!..
Gerçek mânâda Allâh’a vuslat, Allâh’a vâsıl olmak, Allâh’a ermek; insanda oluşan “Nokta ilmi” ile mümkündür!
İnsanda oluşan Nokta ilmi, “Nâs”ı ortadan kaldırır mı, kaldırmaz mı?..
“Nâs”, varlığı ve gerçeği itibarıyla, bağımsız olarak “var” değil ki, varlığı ortadan kalksın da “yok” olsun!
“Seyretmeyi dilediği mânâları yarattı” dedik…
Bu mânâları insanlara işaret, alâmet olsun diye özetle “99” olarak ifade etti. Nasıl ki beynin sınırsız-sonsuz gibi görünen özelliklerine bir numune olsun diye beş duyu meydana gelmişse; Ahad’ın ihâta ettiği sayısız mânâlara bir numune olsun diye de 99 isimden söz edilmiştir…
Sınırsız-sonsuz varlıktaki mânâlar da elbette sınırsız ve sonsuzdur!
Böylesine sınırsızlık ve sonsuzluk söz konusu iken; beş duyu ile kayıtlı bir bedende oluşan anlık, yerel arzu, istek ve zevkler için kendini ebediyen beden ya da bilinç kozasına mahkûm etmeye değer mi?..
“Değer!” diyen için, elbette değer… Ama siz, “değer” diyenlerden olmamaya bakın!.. Elbette, olmamak dilenilmişse!..
“Ey insanoğlu! Seni ben kendim için var etmişken, sen nelerle meşgûl oluyorsun, nelerle vaktini geçiriyorsun?..”
Bu hitap kime?..
Elbette bu hitap, hitaba muhatap olacak bir kabiliyet ve istidatla yaratılmış olana, o mânâ kendinde mevcut olana… Zira:
“…İşte bunlar en’am (evcil hayvanlar) gibidirler; belki daha da şaşkın!” (7.A’raf: 179)
Mânâsını ihtiva edenlere değil elbette bu sesleniş!..
Demek ki, varlığımızın hakikati, aslı, orijini olan sınırsız Tek’e ayna olabilmek; ya da o mânânın aynamıza yansıması, ancak aynanın varlık ve beşeriyet kirlerinden, kayıtlarından arınması ile mümkün olur.
Hz. İsa (aleyhisselâm)’ın;
“Sen, insan gibi düşünüyorsun, insanca düşünüyorsun; ALLÂH gibi değil!”
Şeklindeki işareti üzere, beşerî değer yargılarıyla varlığa ya da özüne bakan kimse için bu konuştuklarımız elbette müyesser değildir!
Kendini madde kabul etmekten, maddeye sahip çıkmaktan, denizin içinde bir damla buz olarak yaşamaktan kendini soyutlayamayanlara elbette müyesser olmaz!
Dünya ve içinde var olan her şey, insan için bir oyun ve oyalanmadan başka bir şey değildir…
Bütün bu varlık, “Hakikat-i Muhammediye” denilen, Hz. Muhammed’in hakikati denilen, kendini seyreden “Akl-ı Evvel” için dilenilmiş, tasarlanmış, sûretlenmiş bir yapıdır…
Eğer, o mânânın seyri için var olmuşsan; beş duyudan, beşerî kayıt ve duygulardan arınıp, bilinç aynanı perdeleyecek en ufak bir tozdan, duygudan, düşünceden, şartlanmadan, bedenî ve içgüdüsel isteklerden arınmak suretiyle özüne yaklaşmak, sana mümkün olabilecektir.
Aksi takdirde;
“Bu yolda nice başlar kesilir, hiç soran olmaz!..”
Hükmünce geçer gider…
“Başaktaki kimi buğday tanesi pasta olup sofraya konmak, kimi de tarlada helâk olup gitmek içindir…”
İşaretince, geçip gitmek içindir!
Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ı sevmekten amaç, O’nun hâliyle hâllenip, O’nun ilmi ile ilimlenip, O’nun şuuru ile şuurlanıp, O’nda yok olmaktır!
“Asit kazanına düştüm” diyenin alâmeti, varlığından eser kalmamasıdır!.. Suya düşüp, içinde kulaç atıp da, “Ben asit kazanının içinde yok oluyorum!..” diyenin eline, zatürre olup hastalanıp yatağa düşmekten başka bir şey geçmez!..
“Kavanoz yalamakla, balın tadına, lezzetine, içindeki gücüne erişilmez!”
“Ben onu seviyorum, ona aşığım denip” de O’ndaki özellikler ile hâllenmedikçe, O’na ulaşmak, O’na vâsıl olmak asla mümkün olmaz!
“Her kuş kendi sürüsüyle uçar.”
Kim ne için var edilmişse er geç ona döner…
Öyleyse, bizler de her ne mânâ için var olmuşsak, eninde sonunda, o mânânın gerektirdiği hâl ile hâllenecek, o mânânın oluşacağı ortama dönecek ve böylece Allâh’a karşı fıtrî kulluğumuzu yerine getirmiş olacağız.
“Bu varlıkta var olan her şey, Allâh’a kulluk etmektedir…”
“Allâh kulluğu için, insanların ve cinlerin var olması…”
Hükümleri, bu fıtrî ibadeti, yani “ne mânâ için var olmuşsa, o mânâyı yerine getirir, o mânânın gereği olaylarla o sûrete bürünür, o mânânın gereğini yaşar” anlamınadır…
Sen veya ben, dilenilen mânânın gerektirdiği sûretle sûretlenmiş, dilenilen mânâyı yaşayacak olaylarla bezenmiş, o olayların içinde torna ve tesviye olmuş ve nihai hedefimize göre yönelmişiz.
Son hedef; ya Efâl boyutunun sayısız mânâ dalgaları arasında çalkalanmak, ya Esmâ boyutunun sayısız mânâları içinde kulaç atmak, ya Zâtî sıfatlarla vasıflanmış olarak kendindeki vasıfları seyretmek, ya da bunlarla birlikte kendi Zâtî Hiçliğinin sınırsızlığı ve sonsuzluğunda “Hiç” olmak!!!
“Kişi ne hâl ile yaşarsa o hâl ile ölür; ne hâl ile boyut değiştirir ise o hâl ile yaşar!”
Mesajı ile bize ulaştırılan mânâ;
Beynin durduğu andaki potansiyel, yani beyninin çalışmasının neticesinde ortaya çıkan içinde bulunulan hâl, aynıyla ruhuna yüklenmiş olduğu için, ruh yaşamına geçtiğinde herhangi bir değişiklik senin için söz konusu olmadan, o hâlin özellikleriyle aynen yaşamına devam edersin…
Şayet yaşadığın anda, hâlde ve olaylar içinde, şuurunu beş duyu kaydından kurtaramamış, kendini beden kabul etme hâlinden ve bedene dönük zevk ve arzulardan arınamamış isen; ölüm denen beynin durması ile devam edecek ruh yaşamında da bunun sonuçlarına katlanmak mecburiyetindesin…
Eğer kozanı delmiş, kendini kozadan kurtarmış, sayısız mânâlar âlemine kanat açmış isen; bu takdirde de beş duyunun ve beş duyuyu oluşturan bedenin tabiatının etkilerinden ve kayıtlarından kendini kurtarmış olarak, var olan her birimin kendine has güzelliğini seyretmek suretiyle, kısacası;
“Yaradılmışı severim, Yaradandan ötürü…”
İfadesindeki mânâ üzere; sayısız varlıklarda, o varlıklarda meydana getirilen mânâları seyredersin…
Ama, insan gibi şartlanmaların doğrultusunda düşünmeyi, değerlendirmeyi terk edebilmiş isen; yani, bedensel arzu ve isteklerinle oluşmuş kozandan bilincini arındırmış, “saflaşmış nefs” olarak kendini hissedebilmiş isen, “Esmâ” boyutunun sayısız mânâları içinde gezinirsin!
Öyle biri için deriz ki:
“O, bizim aramızda yaşamıyor(!)”
Yaşıyor, oturup-kalkıyor, yeyip-içiyordur ama gene de o bizim aramızda değildir!..
“Kim bilir, nerede şu anda?..” deriz.
Bilinç boyutunun sayısız mânâları içinde yüzüyordur!.. Buna bir diğer ifade ile, “Esmâ âleminde geziniyor”da derler…
Yani, Allâh’ın isimlerinin işaret ettiği mânâlar içinde geziniyor, denmek istenmektedir.
Bu seyir hâlindeyken kimi dışarıdan perdelenir, olup biteni fark etmez, kimi de aynı anda iki boyutu birden yaşar!
Bu bahsettiğimiz ahvâl, “Mutmainne” ve “Radiye” denilen, nefsin hakikatini idrak mertebelerindeyaşanılan hâldir… Tecelli-i Esmâ’dır!
O mânâlarda gezer bilinç, gezer ama; bilir de kendi mânâları olduğunu onların!..
Sonra bir “Mardiye” hâli gelir ki, eğer gelirse; orada kendi zâtî sıfatlarıyla tahakkuk eder!..
Artık O’nda yoksun sen; denizin içinde yüzen buzdan heykel erimiş; kendindeki mânâları seyreden, kendiolmuştur!
İşte bütün bu anlatılan mânâlar, şayet bir kişide oluşacak ise, önce o kişide, oluşacak bu mânâlara uygun bir “TAKDİR” söz konusudur.
Ayânı Sâbitesi (sâbit olan mânâsı), yani hangi mânâyı gerçekleştirmek üzere meydana getirilmiş olduğu hükmü birinci aşamadır… Sonra o hükme uygun olan istidadı; sonra da o istidada elverecek kabiliyeti ikinci aşamadır… Bundan sonra, o hükme göre kendindeki bu mânâların ortaya çıkmasına vesile olacak bir başka birime rastlaması; o birime varlığını teslim etmesi; nihayet onun varlığında bu teslimiyet sonucu olarak, varlığının “hiç”lenmesi; ve son olarak “hiç”lenişin neticesinde orada yaşanılan saydığımız mânâların açığa çıkışı…
Nokta’dan… İnsan’a!
İnsan’dan… Nokta’ya!
Ezel ve Ebed mânâlarının sınırlarını eritmiş, benliğinin gerçeğini yaşayan ve “ben”liğinin sınırsızlığı ve sonsuzluğu içinde, “Hiç” olan!..
Aslında, sonsuzluk derken, Esmâ âlemine işaret ediyoruz. Çünkü, “Zât”ı itibarıyla sonsuzluğundan söz edilmez!..
Mânâları itibarıyla sonsuzdur! Sınırsızlığı, vasfı yönündendir!.. Sonsuzluğu mânâları, Esmâ’sı yönünden! Sınırsızlığı, “Ben”liğinin vasıfları itibarıyladır.
“Zât’ı hakkında tefekkür edilmez!”
Hükmünce, Zâtı yönünden, ne sonsuzluğundan, ne de sınırsızlığından söz etmek mümkündür!.. Hatta, “Ahadiyet” dahi, vasfıdır… Zât’ının bir vasfıdır, yani sıfatıdır!..
Esasen dikkat ediniz ki…
“ALLÂH”, ismidir O’nun! Bize bildirildiği kadarıyla vasıflarını ve özelliklerini bilebildiğimiz bir varlığın ismidir “ALLÂH”!..
Nasıl “Hulûsi” bana verilmiş bir isim ise; o isim ile bana işaret edilirse; “ALLÂH” ismi ile de O yüce Zât’a işaret edilir. Dikkat edelim, fark edelim ki, isim, isim konulan değil; isim konulana işaret aracıdır!
“Hulûsi” ismi beni, ortaya çıkmamış özelliklerimi ne oranda anlatırsa; “Allâh” ismi de O muhteşem varlığı o oranda anlatır!
O Yüce Zât, “ALLÂH” ismi aynasında kendini seyreder!..
Dilenmiştir ki, “ALLÂH” ismi aynasında, insanla kendini seyretsin!
Ehline bu kadarlık işaret yeter!
Biline ki; Zât, sıfatlara dayanan herhangi bir anlamla kavranılmaktan ötedir!
Kim ki Zât’tan, Zât’ın hâllerinden bahsediyorsa, o bu konuda cahildir, taklit ehli olduğunu itiraf ediyordur farkında olmadan!.. Çünkü Zât’ın ancak sıfatlarından söz edilebileceğinin irfanına sahip olmamıştır henüz!
“Esmâ”nın ulaşamadığı; tefekkürün durduğu, fikrin cereyan etmediği, yaşamın, hissiyatın, sözün edilemediği “HİÇ”lik hakkında ne bir söz söylenebilir, ne düşünülebilir, ne de yaşantıdan bahis açılabilir…
“Yerleri ve gökleri yaratmadan evvel O, âmâ’da idi. El an öyledir…”
O, öyle bir mutlak karanlıktır ki…
Bilinen, düşünülen, hayal edilen, tasavvur edilen, vehmedilen tüm mânâlar orada düşer!..
Umarım, Kendi için seçtiklerinden olmuş olalım…
Umarım, Kendi için seçtikleriyle beraber bulundurulmuş olanlardan olalım…
Ama, her şey olmuş bitmiş!.. Bize düşen, kolaylaştırılmış olanı yaşamak!
HÛ!
“Allâh, Âdem’i kendi sûreti üzere meydana getirdi…”
Bu ne demek?..
İnsanın varlığı, ilâhî varlık boyutlarına göre meydana geldi, demektir…
İnsanın da bir zâtı; bu zâta ait vasıfları, sıfatları; bu zâta ait mânâları; ve bu mânâların açığa çıktığı mahal olan bedeni vardır…
Nasıl ki, Mutlak Varlık; Zât, Sıfat, Esmâ ve Efâl olarak tarif olunuyorsa, aynı şekilde insanın da zâtı, sıfatı, esmâsı, efâli söz konusudur…
Zâtı itibarıyla insanın zâtı, mutlak varlığın Zâtıdır. İnsanın kendine has özel bir zâtı yoktur… İnsan, O Zât’ın varlığı ile kaîmdir.
İnsanın sıfatları; hayat, ilim, irade, kudret, kelâm, semi ve basar’dır. Yani insan, Hayy’dır, Aliym’dir, Müriyd’dir, Kaadir’dir, Mütekellim’dir, Semi’dir ve Basıyr’dir; çünkü O yüce varlığın bu sıfatlarıyla kaîmdir!.. İnsanda bu vasıflar mevcuttur. İnsanın zâtı dahi, bu ilâhî denilen vasıflarla kaîmdir.
İnsanda sayısız mânâlar mevcuttur ki, bu mânâlar, ilâhî isimlerin işaret ettiği mânâlardır. Bu mânâların açığa çıktığı bir mahal, bir beden söz konusudur…
İşte, bu yönü itibarıyla; “Allâh, insanı kendi sûreti üzere meydana getirmiştir.” Yani, kendindeki özellikler olan “Esmâ” sûreti üzere!.. Zaten kendi varlığının dışında bir varlık yok ki, onun sûreti üzere meydana getirsin.
Bu asıl üzere var olan insanlarda, her birimi oluşturan isimler bileşiminin farklı formüllerde olması, aynı Zât ve sıfatlara sahip birimlerden, değişik mânâların meydana gelmesine yol açmıştır. Varlık, esasen Tek bir varlık olmasına karşın, kendindeki sayısız mânâların -temsil yoluyla söylüyorum- lokalize olduğu, yoğunlaştığı mahaller söz konusudur. Bu mahallerin her biri, esası, özü, cevheri itibarıyla belli ilâhî isimlerin mânâlarının çok büyük boyutlardaki bileşimidir…
Yani, bütün galaksiler, galaksilerdeki takımyıldızlar, takımyıldızlardaki belli gruplaşmalar, bunlardan oluşan kuvvetler, ışınlar, “dalga” yapıdan oluşan varlıklar, bunların tümü, belli ilâhî isimlerin işaret ettiği mânâların çeşitli terkipleridir.
Bu mânâlar, Mutlak Varlığın seyretmek istediği mânâlar istikametinde terkiplere dönüşmüş ve türlü isimler verdiğimiz yapıları oluşturmuştur… Veya bir diğer izah şekliyle, terkipler şeklinde düşünülmüş, tasavvur edilmiştir…
Bu tasavvur neticesinde, mecazî olarak belli lokalizeler, belli mânâ grupları oluşmuş; bu mânâ gruplarının dönüştüğü kozmik ışınlar veya bu mânâ gruplarından bize ulaşan melekî kuvvetler, bizim yapımızda belli nihai sûretleri meydana getirmiştir.
Bu sûretlerle, daha biz dünyaya gelmeden evvel tespit edilen ayânı sâbitemizle, öz cevherimiz oluşmuş, programlanmış; ve bu programa göre de belli istidat ve kabiliyetimiz gelmiştir.
Mutlak varlığın indînde, nihai sûretler vardır! Bu nihai sûretlerin oluşması ise, kendisinden izhar olunan nihai mânâlar terkipleriyle oluşur ki, bu nihai terkipleri de yine kendi varlığıyladır…
Ancak burada sakın şu hataya düşmeyelim!..
Bir düzenleyen, bir mutlak şuur, bir mutlak varlık kabul edip, onu bir yana koyup; O Zâtın, varlığın ötesinde de oluşmuş ikinci bir âlemi kesinlikle tasavvur etmeyelim!.. Böyle bir olay kesinlikle söz konusu değildir!
Sınırsız-sonsuz varlık olması itibarıyla, kendi varlığının dışında bir şey olması asla söz konusu değildir. Hatta, “kendi” kelimesini dahi tarif sadedinde kullanmaktayız…
Esasen, “kendi” veya “kendisi” gibi kelimelerle dahi işaret edilemez!
İşte bizim “ben” dediğimiz izafî-göresel yapımız, bu terkiplerin beynimizde oluşturduğu bileşimler sûretinde oluşmakta, meydana çıkmaktadır… Bu meydana çıkan yapılar ise istidat ve kabiliyet yoluyla kendisine kolaylaştırılan şeyleri yaparak belli hedefe gitmektedir.
Son hedef, ölüm dediğimiz, fiziki ölüm diye tarif ettiğimiz, beynin durması ile meydana gelen boyut ve beden değiştirme anında sâbitleşir.
Bu nihai hedef ise yaşanılan olaylarla oluşur.
Sonuçta hangi nihai mânânın oluşması dilenilmiş ise, o nihai mânâya uygun fiilleri yapabilecek bir kabiliyet ve istidatla oluşturuluruz. O fiilleri yaparız, o fiillerle yeni formasyonlar kazanır ve takdir olunan nihai hedefimize ulaşırız.
Terkibimiz, Esmâ mânâlarından oluşur.
Bu mânâların oluşturduğu bileşim, kabiliyet ve istidat dediğimiz kolaylaştırma mekanizmasıyla, yapısına uygun fiiller, eylemler içine girer. Fiiller ve eylemlerle torna edilir, tesviye edilir, manevî şekle bürünür.
Bu bürünülen manevî şekil, ölüm anında sâbitleşir; ve artık bu sâbitleşen yaşam kapasitesi ile ruh boyutunda hayat sonsuza kadar devam eder.
İşte, insan adı verilen varlıklar, hangi mânâların ortaya çıkarılması dilenilerek meydana getirilmiş ise, o mânâya uygun fiilleri meydana getirirler. O fiilleri meydana getirecek ortamlar içinde yetişirler, gelişirler ve o fiillerin içinden geçerek nihai hedeflerine ulaşırlar.
Ayânı sâbite ile başlayan, fiziki ölümle de sâbitlenen; bundan sonra da artık sâbit kalan yapıya göre gelişecek olaylarla sonsuza dek yaşayacak olan bir varlık, insan!
Bu yaşamın her anında yaşanılan olaylar, O yüce Zât’ın kendinde seyretmeyi dilediği mânâlar!
Her birim, kendi terkibinin getirdiği şartları yaşar. Terkibinin getirdiği neticeleri yaşaması, Rabbinin hükmüne itaat eden kul olarak yaşamasıdır ki, Rabbi Allâh’tır.
Yani, bu isimler bileşimini -insanı- oluşturan mânâlar, Allâh’ın kendinde seyretmeyi dilediği mânâlardır!
Allâh, tüm bu mânâlardan Ğaniyy’dir, münezzeh’tir… Yani, açığa çıkan bu mânâlara dayanılarak, “Allâh böyledir”; ya da “Allâh bu kadardır” diye düşünülemez! Tıpkı yapmış olduğu binlerce resimden yalnızca birine göre ressam hakkında hüküm verilememesi gibi!
Eğer bütün bu açıkladıklarımızı kavrayabilirsek, o zaman görürüz ki, elimizden geleni yapmak suretiyle, bu ilmin getirdiği son hedefe ulaşmak yolunda en büyük çabayı ve gayreti göstermek mecburiyetindeyiz.
Eğer, bu anlatılanları idrak edebiliyorsak, muhtemeldir ki, onun gereği olan fiilleri uygulamak da bizim için mümkün olabilir…
Nasıl ki;
“Allâh, kabul etmeyeceği duayı, kuluna ettirmez!”
“…Kuluna ettirdiği duaya da mutlaka icabet eder…” deniyor.
Eğer bu anlatılan mânâları idrak kapasitesini de bize vermişse, büyük bir ihtimalle o mânâları bizde oluşturacak olayların içinden geçerek torna ve tesviye olup, o mânâlara uygun yapıya kavuşmamız da mümkün olur.
Öyle ise…
Öncelikle “nefs”imizi saflaştıralım; bedenin ve beş duyunun getirdiği kayıtlardan arıtıp, bilinç boyutunda mânâlar evrenine sıçrama yapalım!
Dua edelim!.. Yani, düşüncelerimizi bu hedefe kilitleyelim…
Böylece bütün duygularımızı, bedensel istek ve arzularımızı bu düşünce boyutundaki hedefe gitmek suretiyle kontrol altına alalım…
Elbette ki bütün bunlar, bu gaye için yaratılmış olana kolaylaştırılmıştır…
Yani, hakkımızda takdir edilmiş ise, bütün bunlar bize çok kolay gelecektir!
Peki nedir bu “TAKDİR”?..