ÖNEMLİ AÇIKLAMALAR
Ahmed Hulûsi
Değerli okuyucularım;
Kitabımızın 1972’de ilk, 1974’de ikinci, 1986’da üçüncü baskılarını yaptıktan sonra, aşırı isteklere rağmen dördüncü baskısını uzun bir süre geciktirdik.
Bunun sebebi, o günlerden sonraki çalışmalarımız içinde, çok daha detaylı gerçeklere muttali olmamızdı… Kitaba birçok ilave bölüm koymamız gerekiyordu!.. Ancak zaman içerisinde gördük ki, bütün bunlar başlı başına bir kitap konusu olacak düzeyde idi. Bu defa bu kitabın hazırlıklarına giriştik… Ve elinizdeki bu baskının çıkışını erteledik… Sonra, dostlarımız ısrarla bu kitabın aynen geciktirilmeden çıkmasını istediler… Ve biz de bu sebeple, öncelikle elinizdeki dördüncü baskıyı sizlere sunmaya karar verdik…
Öncelikle, günümüzde daha da artan “ruh çağırma” ve “uzaylılarla görüşme” olaylarına kısaca değinelim…
“Ölmüş kişilerin ruhlarıyla görüşme”, “bedensiz varlıklarla görüşme” diye başlayıp günümüzde “uzayın falanca yıldızındaki varlıklarla görüşme” şeklinde ortaya yayılan görüşler tamamıyla “CİNLERİN ALDATMACASINA” dayanmaktadır.
Bu konuya eğilenler, öncelikle Hz. Muhammed’in ve Kur’ân-ı Kerîm’in bu konudaki ikazlarına asla aldırmamakta; âyetlere kendi zanlarına göre yorum getirmekte, hadisleri ise hiç kâle almamaktadırlar…
Akılları sıra bir âyete kendi anlayışlarınca yorum getirirken, onun yanında pek çok âyeti inkâr etmektedirler… Oysa bütün din âlimleri bu hususta kesin ittifak hâlindedir ki;
Kur’ân-ı Kerîm bir bütündür ve tümüyle ya kabul edilir ya da edilmez. Bir âyeti kabul etmemek, tamamını kabul etmemekle eş değerdedir.
Oysa bazıları, işlerine geleni istedikleri gibi yorumlarken, bir kısım âyetleri de asla kabul etmemektedirler…
Burada ruhların yeniden bedenlenerek dünyaya gelmelerinin asla mümkün olmadığını gösteren Mu’minûnSûresi’nde geçen bazı âyetlerin meâllerini verelim hemen:
“Nihayet onlardan birine ölüm geldiğinde dedi ki: ‘Rabbim beni (dünya yaşamına) geri döndür.
Tâ ki (önemsemeyip) uygulamadığım şeylerde (iman üzere yaşamda, kuvveden fiile çıkarmadıklarımda)sonsuz geleceğime yararlı çalışmalar yapayım!’… Hayır (geri dönüş asla mümkün değil)! Öyle bir şey söyler ki geçerliliği yoktur (sistemde yeri yoktur)! Arkalarında yeniden bâ’s olunacakları sürece kadar, bir berzah (boyutsal farklılık) vardır (geri dönemezler; reenkarnasyon da {ikinci defa dünya yaşamı} mümkün değildir)!
Sur’a üflendiğinde (yeni bir bâ’s için süreç başladığında), o gün aralarında nispetler (beşerî, bedensenlikten kaynaklanan mensubiyetler, akrabalıklar, etiketler; dünyada birbirlerini tanımalarını sağlayan görünümleri)olmayacak! Sualleşmezler de (dünyadaki nispetlere/iletişime göre birbirlerini sormazlar da).” (23.Mu’minûn: 99-101)
Bu âyetlerin dışında daha kaç yerde;
“Keşke dünyaya geri dönsek de, yapmamız gerekirken yapmadığımız şeyleri yapsak derler, fakat asla ölümü tattıktan sonra bir daha dünyaya geri dönemezler…” meâlinde âyetler mevcuttur.
Evet, Ruhların(!), Bedensiz varlıkların(!), ya da Uzaylıların(!) insanları en büyük kandırma yolu, öldükten sonra yeniden dünyaya gelecekleri hakkındaki bilgilerdir. Ve buna inanan, İslâm Dini’nin inanç sistemini reddetmiş olur…
Çünkü Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Muhammed (aleyhisselâm) insanların öldükten sonra, topluca yeniden bedenlenecekleri bâ’sü ba’del mevt gününe kadar, dünyaya bedenlenmek suretiyle bir daha geri gelemeyeceklerini kesin olarak bildirmiştir. Ve bu esas imanın şartlarından biridir.
“CİN” ismiyle tanımlanan bu varlıklar için En’am Sûresi’nin 128. âyeti de son derece önemlidir.
Şöyle ki:
“Ey cin topluluğu, gerçekten insanların çoğunluğunu hükmünüz altına aldınız (hakikatten uzaklaştırdınız)!”
İfadesi insanların çoğunun, bilinçli veya bilinç dışı bir şekilde, kendini çeşitli tanımlamalar ile örten “CİN”lerin hükmü altında birtakım kararlar alıp; yanlış görüşlere saplandığını ispat eder… Âyetin devamı şöyledir:
“İnsan (türünden) dostları olanlar şöyle der: ‘Rabbimiz, birbirimizden karşılıklı yararlandık… İşte bizim için belirlediğin ecelimiz bize ulaştı’… Şöyle der: ‘Ateş sizin mekânınızdır; Allâh dilemedikçe, orada ebedî kalıcılarsınız’… Muhakkak ki Rabbin Hakiym’dir, Aliym’dir.” (6.En’am: 128)
Niye çeşitli isimler altında, insanların ekseriyetini tahakküm altına alan cinler, sapmalara sebep olur?..
Çünkü gelecekte oluşacak olayları, Nebi ve Rasûllerin bildirdiğinden farklı olarak göstererek, hedefi saptırırlar!..
Dolayısıyla bu kişiler de, ölüm ötesinde başlarına gelecekleri fark edemedikleri için, gerekli tedbirleri alma zorunluluğunu idrak edemezler!.. Yanlış hedeflere yönelik, gereksiz işler içinde yaşamlarını harcar giderler… Ölünce gerçekleri anlarlar, ama bu defa da iş işten geçmiştir!..
Şunları asla gözardı etmeyelim;
1. Cinler, insanlar gibi sülaleler hâlinde; ve nüfus olarak da insanların en az on katı bir kalabalığa sahiptirler… Milyarlarcadırlar…
2. “Dalga” kökenli yani bir tür holografik ışınsal bir bedene sahiptirler… İnsanların beynine dalga sinyaller yollayarak onlara çeşitli fikirler ilka edebilir, vehimleri veya hayal güçleri üzerinde tasarruf ederek, var olmayan şeyleri varmış gibi gösterebilirler. Vesvese verirler…
3. Madde üzerinde ışınsal yakma güçleri vardır; ve bir nesneyi bir anda Dünya’nın herhangi bir yerinden alıp başka bir yerine taşıyabilme gücünde olanları da mevcuttur.
4. İslâm Dini’ni kabul etmeyenlere, çeşitli geçmiş felsefelerin görüşlerini sanki yeni görüşlermiş gibi ilka ederler.
5. Medyumluk yoluyla ruhlarla görüşmeye, İslâm’ın düşünce tarzını bilen kişiler içinde inanan tek kişi gösteremezsiniz.
6. Ruhlara inanan batı âlemi cinleri bilmez!.. Hristiyanlıkta cin konusu yoktur!.. Bu sebeple onlar, bizde “CİN”adı verilen bu varlıklara, tesirlerine göre, ruh, peri, hortlak, hayalet, şeytan gibi isimler verirler… Oysa bu ve buna benzer tanımlamalar ile tarif edilenler hep “CİN” adı verilen varlıklardır!..
7. Ruhçulara göre, uzaylılarla(!) temas ettiklerini söyleyenlere göre; Hz. Muhammed, ileriyi gören basit bir medyumdur!!! Çünkü cinler onlara bu fikirleri telkin eder.
8. Günümüzdeki kendini evliyadan sanan, meşhur olmuş fakat İslâm’ı bilmeyen, hayal âleminde yüzen pek çok kadın ve erkek, farkında olmadan CİNLERİN hükmü altına girmiş zavallılardır. Olayın temeli de bilgisizliktir.
9. CİNLER, genel hafıza planında, geçmişe dönük tüm olayları okuyup, bir kişinin ağzından bunları açıklayabilirler… Bu yüzden, kişinin trans hâlinde geçmiş olaylardan bahsetmesi, onun geçmişte yaşaması değildir; ya da yabancı lisan konuşması o lisanının konuşulduğu yerde daha evvelce bulunması anlamına asla gelmez.
Burada bir de çok sorulan bir soruya, tecrübelerimize göre cevap vermeye çalışalım…
Bilerek veya bilmeyerek cinlerin hükmü veya tesiri altına girmiş kişi, ne gibi tedbirler alırsa faydasını görür..?
Bu konuda tavsiyelerimizi şöyle sıralayabiliriz:
1- Sâd Sûresi’nin 41, Mu’minûn Sûresi’nin 97 ve 98, Sâffât Sûresi’nin 7’inci âyetlerinde öğretilen şu dua cinlerin kişi üzerindeki tesirlerini büyük ölçüde kaldırmaktadır…
Tasavvufla ilgilenenlere, tedbir olarak sabah akşam 40’ar defa okumaları tavsiye olunur…
Özellikle bir rahatsızlığı olanlar ise, günde 100 defa ile 300 defa arasında sabah-akşam okumaya devam ederlerse umarım kısa sürede netice alırlar…
Okunuşu şöyledir:
“Rabbi inniy messeniyeş şeytanu Bi nusbin ve azâb; Rabbi eûzü BiKE min hemezâtiş şeyâtıyn ve eûzü BiKE Rabbi en yahdurûn. Ve hıfzan min külli şeytanin mârid.” (38.Sâd: 41 – 23; Mu’minûn: 97-98 – 37; Sâffât: 7)
2- Kul eûzüler 41’er defa okunmalı…
3- Lâ havle velâ kuvvete illâ Billâhil aliyyül aziym. (Günde 100 ile 500 defa okunabilir.)
Son olarak şunu ifade edelim…
İnsanın başına gelen bütün felaketlerin genelinde bilgisizlik yatar. Olayların hemen sonrasında en çok sarf edilen söz:
“Ama ben öyle ZANNETMİŞTİM!.. Öyle diye duymuştum”dur!..
Yaşamınızı, zanlara, söylentilere göre değil, kesin bilgilere göre, ilme dayalı bir biçimde kurarsanız, ölüm ötesinde asla pişman olmazsınız!.. Her gün binlercemiz ölümü tadıyor ve artık yeni bir şey kazanma imkânı olmayan bir âlemde yaşamına devam ediyor…
Öyle ise acilen kurtarmamız gereken bir ebedî hayatımız söz konusudur…
Kurtarmamız gereken şey öncelikle kendi geleceğimizdir!… Ölüm ötesindeki yaşam tarzı, bildiğimizi sandığımız tarzdan çok değişiktir!…
İlim sahibi olalım!.. Falancadan filancadan değil, kaynak eserlerden ölüm ötesi gerçekleri araştıralım… Tâ ki pişmanlığın hiçbir fayda vermeyeceği günlerde, boşuna dövünmeyelim.
Şayet ÖLÜM ÖTESİ yaşam gerçeğine inanıyorsanız;
Gününüzün ne kadarını bu Dünya’da bırakıp gideceğiniz şeyler için harcıyorsunuz; gününüzün ne kadarında da ölüm ötesi ebedî hayatta size yararlı olacak konularda çalışmalar yapıyorsunuz?..
Bu soruya verdiğiniz cevap sizi tatmin etti mi?
Etmediyse, ilme yönelin ve gerçeği araştırın!..
Ebedî hayatınız ile kumar oynamayın!.. Telâfisi imkânsızdır!..
Gününüz ve geceniz faydalı ilimle dolu olsun.
AHMED HULUSİ
7.3.1989
Antalya
Bu kitabımızın ilk on binlik baskısının yapıldığı 1972 yılından beri yaratılış sistemi ve sırları hakkında pek çok ihsana nail olduk…
Bunların bir kısmını “İNSAN ve SIRLARI” isimli 1986 yılında yayınlanan kitapta; diğer bir kısmını da 1989 sonunda yayınlanmış olan “HZ. MUHAMMED’İN AÇIKLADIĞI ALLÂH” isimli kitaplarımızda açıkladık…
Bu kitabın konusunu ilgilendiren bazı konuları da, bu kitaba bırakmayı tercih ettik…
“RUH”, “UZAYLILAR”, “MELEKLER” ve “İNSAN”ın ölüm ötesi yapısı hakkında, bu baskıda, geçmiş baskıdakilere oranla hayli geniş detaylar bulunduran bilgileri size sunmaya çalıştık…
Mevlâna Celâleddin’in çok sevdiğimiz, prensiplerimize uyan bir deyişi vardır ki, anlam olarak şöyledir:
“Düne ait ne varsa, dünde kaldı cancağızım;
Bugün artık, yeni şeyler söylemek lazım!..”
Evet, bugüne kadar çıkmış eserlerden anlamış olabileceğiniz gibi, Ahmed Hulûsi, dünün tekrarı ile vakit geçirmeyi hiç sevmez!..
İnsanların bağışıklık kazanmış olduğu için değerlendiremediği bilgileri, anlatımları, fikirleri tekrar etmek O’nun prensibi değildir!..
Ahmed Hulûsi bir hoca değildir!..
Ahmed Hulûsi bir şeyh değildir!..
Ahmed Hulûsi bir din adamı değildir!..
Ahmed Hulûsi yaklaşık otuz yıl evvel bir inkârcı iken, “ilâhî uyarı” sonucu olarak, objektif bir şekilde “din”araştırmalarına başlamış; herkesin üzerinde mutabık olduğu kaynak tefsirlerden ve “Kütübi Sitte”hadislerinden yola çıkarak; tasavvufu en ince ve hassas noktalarına kadar, gerekli uygulamalarına hizmet vermek suretiyle yaşamış; daha sonra da çağdaş bilim verileriyle, Din’deki mecazları birleştirme yoluyla, günümüzün ihtiyacı olduğunu düşündüğü sentezi meydana getirmiştir…
Ahmed Hulûsi’ye göre; “DİN, tümüyle komple bir SİSTEMDİR”!..
Bu sistem, kendini bu konuya vermiş vasat bir akıl tarafından rahatlıkla anlaşılabilir bir sistemdir… Çünkü gerek Kur’ân-ı Kerîm ve gerekse hadîs-î şerîfler açıklanmadık hiçbir konu bırakmamışlardır…
Mühim olan, verilen şifreleri çözebilmektir!..
Öyle ise kâmil akıl sahibi kimseye düşen iş, kendisine hibe edilmiş olan bu ilim hazinesini değerlendirmektir…
Evet, Ahmed Hulûsi’nin bu ve bundan sonra çıkacak olan diğer kitaplarında “DİN” olgusunu, çağdaş bir anlayışla ve hatta çağ ötesinde değerlendirilebilecek bazı açıklamalar ile bulacaksınız…
İnşâAllâh, Din’de reform değil; Din’i ANLAMADA, yeni bakış açısı ve anlayış getirecek olan bu düşüncelerimizle, sizlere faydalı olmayı ALLÂH takdir eylemiştir!..
Evet, şimdi gelelim, ilkel akılların inkâr ettiği, varlığını bir türlü içine sindiremediği ve bu yüzden de “KUR’ÂN”ı kabul etmez duruma düştüğü “CİN” ve “UZAYLILAR” ile ilgili bazı ön bilgilere…
“CİN” ismi geçtiği zaman hemen hemen hepimizin içine düştüğü çok büyük bir yanılgı mevcuttur…
Bir kısmımız şöyle düşünür…
Kısa boylu, 70-90 cm civarı, ayakları ters, kulakları uzunca, gözbebekleri kedininki gibi dikine bakan; çok seri hareket edebilen; her kılıkta görülebilen erkek veya dişi varlıklar…
Bir kısmımız da şöyle düşünür…
Beyinde belirli bozuklukları olan kişilerin görmüş olduğu halüsinasyonlar!..
Peki bu işin gerçeği nedir?..
Önce kesinlikle bilelim ki, bir kişi ya megaloman, paranoyak, şizofren gibi bir tür akıl hastasıdır… Ki bunun sonucu olarak dünyanın en üstün ve her şeyi bilebilen yegâne kişinin kendisi olduğunu sanır… Ya da öğrenip, düşündükleri yanı sıra, henüz bilemediği pek çok şeyin olabileceğini de itiraf edebilecek kemâl sahibidir…
İnkâr, ilkellikten; haddini bilmek ise, kemâlâttandır!..
İlkelliği yüzünden inkâr ettiğini, ertesi gün ilmi veya tekniği geliştiği için kabul etmek zorunda kalan sayısız öylesine birimler mevcuttur ki…
Bütün bunlardan ibret alalım ki, ibret olmayalım!..
Bilelim ki…
En büyük hatayı, bizim gibi, madde beden yapısına sahip UZAYLILARI düşünmekle yapmaktayız!..
İkinci en önemli hatamız ise, geçmişe ve yanlış şartlanmalara bağımlı olarak, mânâları değerlendiremeyip, şekilde ve kelimelerin yüzeyinde BLOKE olmamızdır…
Mesela “Cin” kelimesini duyduğumuz anda, son derece ilkel bir biçimde hemen inkâr ediveriyoruz… “Olmaz böyle şey, uydurma, saçma bunlar” deyiveriyoruz…
Oysa, araştırsak bu konuyu, belki bilmediğimiz pek çok şeyi öğrenecek; cevabını araştırdığımız birçok şeyin çözümüne ulaşacağız…
Şimdi elimizden geliyorsa, beynimizi şartlanmalarla bloke durumundan kurtarıp, geniş kapsamlı ve önyargısız düşünmeye çalışalım…
İnsan bedeninden yola çıkalım…
Biliyoruz ki insan bedeni trilyonlarca hücreden oluşmuş bir bileşik yapıdır… Bu yapıda faaliyete hâkim olan güç ise biyoelektrik sistemdir…
Keza beynin tüm faaliyeti dahi hep bu biyoelektrik enerji ile oluşur ve devam eder…
Geçmiş yıllarda ve asırlarda, beyin faaliyetini oluşturan bu biyoelektrik güç bilinmediği için, meselenin çözümünden uzak kalınmış ve benzetme yollu tanımlamalar ile konuya yaklaşılmaya çalışılmıştır…
Eski klasik anlayışa göre bir “cansız et-kemik beden” ve bir de buna “can” veren, dışarıdan bir yerden gelip bu bedenin içine girerek ona can veren “RUH” anlayışından söz edilirdi ki; insan bedeninde ortaya çıkan “şuur-bilinç” de bu ruhta mevcuttur sanılırdı…
Oysa işin gerçeği, aslı bu değildir!..
“CAN” yeryüzünde ve evrenin her noktasında mevcuttur!..
“CAN” denen şey aynı zamanda “şuur-bilinç” kelimesiyle işaret edilen mânânın ta kendisidir.
Dolayısıyla, yeryüzünde ve evrende cansız ve bilinçsiz tek bir şey mevcut değildir!..
Ancak çok önemli olan şu hususu gözden kaçırmayalım…
Bizim beynimiz, beş duyu ile bloke olmuş bir hâlde düşünürken, elbette kendisinden gayrı canlı ve şuurluvarlık kabul etmeyecektir!..
Zira beyin, içinde bulunduğu bloke durum nedeniyle, beş duyu verileri ötesindeki verileri değerlendirmeye almayacaktır… Ki bu durum da, tüm hayvanlarda olduğu gibi, sadece beş duyu verilerine bloke olmuş bir çalışma sistemi içinde olmasından ileri gelmektedir…
Oysa, beş duyuya bloke bir beyne göre, ne televizyon görüntülerini meydana getiren dalgalardan, ne radar dalgalarından, ve ne de bugün varlığını kolaylıkla tespit ettiğimiz, ancak beş duyu sınırları içinde kaldığımız takdirde inkâr etmek zorunda kalacağımız pek çok şeyden söz edemeyiz…
Bilelim ki…
Beş duyu bize, tümel varlıktan, belirli kesit örnekleri alabilmemiz için verilmiştir!..
Ancak bizler, büyük bir yanılgıya düşmüş; kesit örnekleri alıp, bunlardan, tümü değerlendirebilmemiz için verilmiş olan beş duyu yani kesitsel algılama araçları ile BLOKE olmuş ve neticede her şeyi sadece beş duyu ile algıladıklarımızdan ibaret sanmışız…
Santimetrenin trilyonda birindeki dalga boyundan oluşmuş varlıklardan, kilometrelerce uzunluktaki dalga boyuna kadar çeşitli anlamlar ihtiva eden evrendeki sayısız varlık skalasından bizim bugün bilebildiklerimiz, okyanusa oranla bir damla bile değildir…
Hâl böyle iken, bizim hâlâ “tüm canlılar ancak beş duyu kapasitemizin içindekilerden ibarettir, ötesi olamaz” gibi çağdışı düşüncelere saplanıp kalmamız, çok büyük geri kalmışlık örneği oluşturmaktadır…
Düşünsel bozukluk olan “Evrende” hükmünü bir yana bırakıp, içinde yaşadığımız sisteme göre konuşmak gerekirse…
Atomüstü boyutun “Canlı”ları olan tüm moleküler birimler ile, atomaltı boyutun “Canlı”ları olan tüm dalga birimler esasen “Canlılar evreninin” sadece belirli skalalarını oluşturmaktadırlar.
Atomaltı boyuta ait dalga bedenli canlıların tümü dinî terminolojide “Melek” ismiyle tanımlanmıştır…
Esasen tüm canlılar dinî kaynaklarda iki ayrı yapıda özetlenmiştir…
“MELEKLER” ve “İNS ve CİN”…
Atom boyutundan salt enerji boyutuna kadar, tüm kuantsal kökenli ışınsal yapılar “Melek” kelimesiyle; ışınsal yapı üstü yapılar da “İns ve Cin” diye tarif edilmiştir…
“Cin” kelimesiyle işaret edilen “Uzaydaki Varlıklar” daha sonra da detayları ile anlatacağımız şekilde, dalga bedenle var olan, bir tür “Holografik” varlıklardır.
Aynı şekilde, “İnsan Ruhu” dahi, insan beyninin üretmiş olduğu dalgalardan oluşan bir tür “Holografik dalga beden”dir!..
İnsan bedeninde nasıl bir karaciğer, canlı ve bilinçli olarak yapısının özelliklerini ve gereğini ortaya koyuyorsa; ve öte yandan bedeninin diğer organlarıyla da birleşerek, beden dediğimiz üst yapıyı oluşturuyorsa; ve bu bedenden de beden üstü bir varlık olan insan şuuru-bilinci meydana geliyorsa…
Aynı biçimde atomaltı ve atomüstü boyutun kendine özgü canlı-şuurlu varlıklarından oluşan sistemik, galaktik ve galaksiler bileşiği canlı bilinç sahibi özgün varlıklar da söz konusudur ki, bunların da dinî terminolojideki adı “Melek”lerdir!..
Esasen yaşamda var olan her şey, “can”lılığını ve “bilincini” bahsetmekte olduğumuz “Melek”lerden alır…
Bilgisayar kelimesiyle işaret ettiğimiz yapının varlığındaki atomlar ve ışık kuantları, nasıl bir boyutsal derinlik ve öze işaret ediyorsa; “insan” veya “hayvan” veya “cin” dendiğinde de, onların alt yapısını oluşturan öze, cevhere, alt yapıya “MELEK” denir…
Bu yüzdendir ki, insan, cin ve hayvan denilen tüm varlıkların orijini tümüyle meleklerdir…
“Cin” denilen varlıkların “melek”lerle karıştırılmasının, “şeytanın” ise “melek” sanılmasının sebebi de, yine bu özelliğin iyi fark edilememesidir…
Özü itibarıyla “melek”, bileşiminin oluşturduğu yapısı itibarıyla “Cin” olan “İblis”in, halk ve hatta birtakım hocalar tarafından “baş melek” diye zannedilmesine yol açan yanlış anlama, buraya dayanmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’in Kehf Sûresi’nin 50. âyetinde bu gerçeğe şöyle işaret edilmektedir…
“Hani biz meleklere ‘Secde edin Âdem’e’ dedik de İblis hariç hepsi hemen secde ettiler! İblis CİN (türün)dendi …” (18.Kehf: 50)
Bu konunun detaylı ve deşifreli açıklamasını “AKIL ve İMAN” isimli kitabımızda yaptık, dileyenler oradan okuyabilirler…
Evet, “Cin” sınıfı genelde, “İnsan” sınıfına secde etmemiştir!.. Etmez de!.. Zira, yapısal olarak insandan pek çok üstün özelliklere sahiptir… Burada secdeden murat, üstünlüğünü kabul etme ve boyun eğmedir… Yoksa önünde eğilip de başını toprağa koymak değildir…
Evet…
“Melekler”; canlı-cansız diye göresel bir biçimde ayırt edilen her şeyin aslını ve orijinini meydana getirdikleri gibi; ayrıca çeşitli ölçülerde ve boyutlarda canlı-bilinçli varlıklar olarak da mevcutturlar…
Meleklerin insanlar üzerinde nasıl tasarruf ettikleri çok merak edilen bir konudur…
Mesela Azrâil isimli, canlıların “ölüm”üne vesile olan melek… Sorulur… Tek midir, çok mudur?.. Bir anda sayısız canlıyı nasıl öldürür?..
Bunu basit bir misal ile açıklamaya çalışayım…
Uranüs’e gitmekte olan gök aracı, NASA merkezinden gönderilen radyo dalgaları ile yönlendirilmekte veya çeşitli işlevlere hazırlanmaktadır… Bunun gibi yörüngemizdeki sayısız uydular, hep NASA merkezi tarafından gönderilen radyo dalgaları ile yöneltilmektedir…
İşte, Azrâil isimli melek de, yaydığı dalgalar ile, beyinlerdeki bir tür kontağı etkilemekte ve “ölüm” denilen beynin durmasını oluşturmaktadır… Nasıl, NASA’nın bir merkezden yaptığı yayın aynı anda binlerce uyduya ulaşıp hükmünü icra ediyorsa, Azrâil’in yaptığı yayın da, aynı anda binlerce alıcı tarafından algılanarak gereği oluşmaktadır…
Azrâil gibi diğer bütün melekler dahi yaymış oldukları ışınsal yayınlar ile beyinleri veya daha derinlemesine söyleyelim, genetik dizinleri ve hatta “ruh” dediğimiz “dalga bedenlerin beyinlerini” etkileyerek hükümlerini uygularlar…
Belirli bir şekli olmayıp, soyut yapılı salt bilinç melekler olduğu gibi; belirli sûretleri olan melekler dahi ehlinin bildirdiklerine göre mevcuttur…
İnsan bedeninin nasıl bir “ruh”u var ise, yıldızların ve takımyıldızların dahi birer ruhu vardır ki, gene bunlardan da dinde “melek” kelimesiyle bahsedilmiştir…
Ayrıca, her bir gezegen veya yıldızın -ki buna Güneş de dâhil- kendine özgü canlıları vardır ki, bunlar da gene “melekler” sınıfı içinde yer almışlardır…
Mesela Güneş’in kendine has canlıları vardır… Güneş’in yapısına uygun bu canlıların adı dinî terminolojide “Zebânî”dir!.. Bu isim onlara, oraya gidecek “insanlara göre” verilmiştir…
Ellerine düşen varlıkları “zebûn edici” yani aşağılayıcı, horlayıcı, onlara istedikleri her şeyi yapacak özellikleri dolayısıyla bu şekilde isimlendirilmişlerdir…
Esasen bu varlıklar, kendi başlarına kötü varlıklar değillerdir… Güneş içinde yaşamaları ve orada meydana gelmeleri sebebiyle son derece güçlü, bize göre lâtif, hareket kabiliyeti son derece yüksek varlıklardır… Dışarıdan, Güneş içine gidecek olan “ruhlar” ise, yerçekimi, Güneş’e göre son derece düşük olan Dünya’da meydana geldikleri için orada büyük bir zayıflık ve güçsüzlük içinde olurlar…
Çeşitli hadislerde, cehenneme gidenlerin bedenlerinin çok büyük oluşundan söz edilmesi ve orada ancak sürünerek hareket edebileceklerinin ifade edilmesi, hep düşük yeryüzü çekim alanından çok çok yüksek, Güneş yerçekim alanına gidilmesi dolayısıyladır…
Keza Güneş’e gidecek “Cinler” dahi düşük seviyeli Dünya yerçekimine göre yapılandıkları için, cehennem tâbir edilen bu ortamda ora halkından büyük eziyet görür hâlde olacaklardır…
Güneş gibi tüm yıldızların ve sistemlerin dahi kendine has orijinal, canlı-bilinçli varlıkları vardır; ve olması da elbette ki gereklidir…
Ancak ne var ki biz, çok büyük bir yanılgıyla, her yerde kanlı-canlı, etli-kemikli, insansılar arıyoruz ki, bu da tümüyle yanlış hedefler peşinde ömür tüketmemize yol açmaktadır…
Evet, şimdi sıra ana metnimizdeki “Ruh”, “İnsan”, “Cin” ve “Uzaylılar” hakkındaki düşüncelerimize geldi…
Buyurun o bölümlere…
AHMED HULUSİ
21.1.1990
Antalya
Değerli dostlarım…
Çok kısa süre içinde 8. baskıya ulaştık büyük ilginizle… Biz de bu ilginize karşı, oldukça kapsamlı, “UZAYLILAR” bölümünü kitabımıza ekleyerek hizmetimize devam ediyoruz…
“Uzaylılar”ın verdiği iddia edilen kutsal kitap(!)ın İslâm Din’i açısından, tenkidini on yedi gün süreyle Bugün Gazetesi’nde yapmıştık. “Altın Çağ Bilgi Kitabı” denen bu tebliğlerin tamamıyla “Cin” aldatmacası olduğunu bu yazı dizisinde orijinal örnekleriyle verdik…
Umarım, “Cinlerin” insanları, “Uzaylılar” adı altında hazırladıkları bir masalla nasıl İslâm Dini’nden uzaklaştırmak istediklerini en anlaşılır hâliyle idraklar önüne sermişizdir…
Bu baskıdan itibaren, eski baskılarda bulunan resimleri, fazla bir yararı olmadığını ve kitabı gereksiz şişirdiğini düşünerek kaldırıyoruz; umarım bu hâliyle çok daha fazla beğeni kazanır.
Yeni kitaplarımızda buluşmak üzere nice mutlu yarınlara…
AHMED HULÛSİ
01.11.1991
Antalya
1972 yılından beri konusunda Türkiye’de ve Dünya’da tek kitap olan bu eseri hazırlamayı bize nasip ettiği için Rabbime şükürden âciz olduğumu ifade ederek satırlarıma başlıyorum.
Biz 70’lerde cinlerden söz ederken kimse bu konuya inanmıyordu… Bugün ise televizyon kanalları, cinolaylarından ve cincilerden geçilmiyor!..
Kimine “medyum”, kimine “falcı”, kimine “büyücü” denilse de; bu kitabı okuduğunuzda fark edeceğiniz üzere, bunların tümü de cincidir ve cinlerle iletişim hâlindedirler!..
Cinlerin insanları nasıl etkilediğini; neden insanları etkileri altına aldıklarını ilerideki sayfalarda okuyacaksınız… Bu kitabın size kazandıracağı en büyük özellik ise, cinlerden korunma yolunu öğrenmek olacaktır…
Daha yüz binlerle baskı yapacağını umduğumuz bu kitabın tüm insanlara yararlı olmasını Allâh’tan niyaz eder; nice bilinçli ve cinsiz günler dilerim efendim!..
AHMED HULÛSİ
10.7.1993
Antalya