NEFSİNİ BİLEN RABBİNİ BİLİR!

Ahmed Hulûsi

Bilelim ki…

Bütün ilimlerin başı, Allâh’ı bilmektir! “Allâh”ı bilmeyenin ilmiyse, boşa emektir!

“ALLÂH’ı (adıyla işaret edileni) hakkıyla değerlendiremediler!…” diyor Kur’ân, 22. Hac Sûresi 74. âyetinde…

Öyleyse önce, “Allâh” İsmiyle İşaret Edileni çok iyi bilmemiz lazım!

Zira şu âyetlere dikkat edelim:

“Hevâsını tanrı edinen; (bu yüzden) Allâh’ın onu bilgisi (kabulü) doğrultusunda saptırdığı, algılaması ve hakikati hissedişini kilitlediği, görüşüne perde koyduğu kimseyi gördün mü?…” (45.Câsiye: 23)

“Allâh yanı sıra tanrıya (dışsal güce) yönelme!..” (28.Kasas: 88)

“… ‘Allâh’ de, sonra bırak onları daldıklarında oynayıp dursunlar!” (6.En’am: 91)

Aşikârdır Zâtı Hak, görmeyi bir dilesen… “Benliği”dir var olan, adını silebilsen! Düşünürsün ki varsın; oysa bu varsayımın!!! Zâtı Hak’tır varlığın, “nefs”ini görebilsen!

ALLÂH İsmiyle İşaret Edileni” anlatmaya çalıştığımız kitabın adı, “HAZRETİ MUHAMMED’İN AÇIKLADIĞI ALLÂH” olarak konuldu.

Belki de pek çoğumuz için şaşırtıcı bir isim…

Niçin sadece “ALLÂH” değil de; “HAZRETİ MUHAMMED’İN AÇIKLADIĞI ALLÂH”!

Çünkü insanların pek çoğu, hayalinde tasavvur ettiği “tanrı” kavramını “ALLÂH” adıyla etiketliyor da ondan… “ALLÂH” ismiyle işaret edilenden tamamen alâkasız “tanrı” kavramıyla avunup yaşamına buna göre yön veren insanların sonuysa çoklukla hüsran olacak, zira sonuçta kafalarında kurguladıkları böyle bir “tanrı”nın var olmadığını görerek büyük sükûtuhayale uğrayacaklar maalesef!

“ALLÂH” adıyla işaret edileni anlatmaya çalıştığımız kitabımızda elimizden geldiğince, dilimiz döndüğünce “Allâh” ismiyle işaret edilenin bir “Tanrı” olmadığını; çeşitli yanlış bilgilere ve şartlanmalara dayanan hayaller de kurgulanmış türlü “Tanrı”ların asla Hz. Muhammed Mustafa (aleyhisSelâm)’ın tebliğ etmiş olduğu “ALLÂH” ile bağdaşmadığını izah etmeye çalıştık.

En ilkelinden gelişmişine kadar hemen herkesin düşüncesinde bir tanrı vardır…

Onu sever, ona kızar, onu yargılar, zaman zaman yaptığı yanlış işler yüzünden onu itham eder. Âdeta onu yukarıda bir yıldızda ya da boşlukta oturmakta olan bir tonton dede ya da celâlli bir sultan gibi tahayyül ederiz.

Biraz daha geniş düşünenlerse bu tahayyülümüzde kurgulanmış tanrının olamayacağını söyler ve “Biz Tanrı’ya inanmıyoruz” derler.

Evet… Hz. Rasûlullâh, kişinin ölüm ötesinde karşılaşacağı olaylara göre o kişinin zarar görmemesi, huzur ve saadet içinde yaşaması için gerekli olan şartları bildirerek o şartlara dönük bir biçimde belli önerileri ve teklifleri getirmiştir.

Kişi kendi aklı–idrakıyla bu teklifleri değerlendirip birtakım çalışmaları yapar veya yapmaz; sonucuna katlanır!

İşte bu sebepledir ki Kurân’da;

“Lâ ikrahe fid Diyn!”

“DİN’de (Allâh yaratısı sistem  ve düzeni {Sünnetullâh} kabul konusunda) zorlama yoktur!..” (2.Bakara: 256) hükmü gelmiştir.

Yani, hiçbir ferdin veya kuruluş veya devletin, bir kişiye dinî bir kuralı uygulatma yolunda zor kullanma hakkı veya sorumluluğu yoktur, bu âyete göre!

Kurân’ı kabul eden, âyeti kabul eden kişinin, bir başkasına herhangi bir dinî kuralı uygulatma konusunda zorlama yapmaya hakkı yoktur!

Çünkü esasen zaten olay, zorlamayla yapılacak bir olay değildir. Sen, diyelim ki, belli bir imana sahip kişisin… Ama, Cuma namazına gitmiyorsun, hangi gerekçeyle olursa olsun… Buna karşın, Allâh’a inanıyorsun… Kurân’ın Hak Kitap olduğunu kabul ediyorsun… Hz. Muhammed’in Allâh Rasûlü olduğunu kabul ediyorsun… Şimdi eğer ben, seni Cuma namazına herhangi bir cezai müeyyideyle, tedbirle göndermeye kalkarsam, sen kerhen, istemeye istemeye Cuma’ya gideceksin; veya oruç tutacaksın…

Ben seni zorladığım için, sen istemediğin hâlde oruç tuttuğunda veya namaz kıldığında, bu yaptığın hareket MÜNAFIKLIKtır; ikiyüzlülüktür!

Yani sen, belli bir imanı olan kişiyken, benim seni zorlamam yüzünden istemeyerek, yaptığım zorbalık yüzünden, uyguladıklarınla münafıklık düzeyine düşersin!

Benim seni, iman noktasından münafıklık çizgisine atmaya hakkım yoktur!

Hiçbir kimsenin de, bir başkasını dinî bir kuralı uygulamaya zorlama hakkı yoktur!

Neye göre? Kurân’a göre!

Kur’ân, insanların kendi aklıyla, kendi idrakıyla kendi yolunu çizmesini öneriyor!

İşte bu yüzden zaten İslâm, TEKLİFTİR!

“İslâm’ın şartları” diye bahsedilen çalışmalar, tekliftir! Yani söz konusu çalışmalar kişiye “Sen bunları bunları yaparsan şu sonuçlarla karşılaşacaksın; yapmazsan da şu tarz olaylarla karşılaşacaksın” denilerek teklif edilmektedir.

Kişi de bu teklifi değerlendirir veya değerlendirmez, ancak her iki durumda da seçiminin sonuçlarını kendisi yaşar.

Demek ki İslâmîyet, kişinin ölüm ötesine inanması veya ölüm ötesi yaşamı idrak etmesi sonucu, kendisinin karar vererek birtakım şeyler yapmasını istiyor.

Zorlama diye bir olay yok!

Ayrıca her birimiz Hz. Rasûlullâh’a inanmak ve O’nun gösterdiği yoldan gitmek teklifiyle karşı karşıyayız.

Din’de senin herhangi bir tarikata, herhangi bir şeyhe bağlanman veya herhangi bir mezhebe girmen diye bir hüküm yoktur.

Çünkü “Din” esas itibarıyla akla, mantığa, düşünen insana hitap eder; ve insanların düşünmesini, tefekkür etmesini, aklını mantığını kullanmasını ister.

Yani “Din” kişinin, kendi yolunu kendinin çizmesini ister.

Dolayısıyla herkes, Kurân’ı elinden geldiği kadar anlayacak… Hz. Rasûlullâh’ın sözlerini, açıklamalarını dinleyecek, etüd edecek ve buna göre kendine bir yol çizecek.

İslâm, Kur’ân, insanın körü körüne, koyun gibi gidip birisine tâbi olmasından yana değildir.

İnsanın aklıyla mantığıyla yolunu çizmesinden yanadır!

İşte bu sebeptendir ki, biz insanların bu konuları düşünmesini, araştırmasını, bu yolda etüdler yapmasını ve bunun gereği bir biçimde de kendi yaşamına kendisinin yön vermesini öneriyoruz.

Dolayısıyla biz hiçbir zaman, ne bir dinî liderlik, ne bir önderlik, ne bir şeyhlik, ne bir hocalık, ne de herhangi bir dinî ünvan ve etiketten yanayız; böyle bir ünvanımız yok; insanları da kesinlikle kendimize davet etmiyoruz! Cahiller, bu görüşümüze rağmen, bizi nasıl etiketlemek isterse istesin, bu etiket bize yapışmaz!

İslâm’da asla “din adamlığı” diye bir sınıf veya etiket yoktur!

Biz, insanların kendi akıl ve mantıklarını kullanarak, kendi yollarını kendilerinin çizmeleri realitesine davet ediyoruz.

İnsanları, gerçekçi bir biçimde İslâm’ı kaynaklarından araştırıp sorgulamaya, öğrenmeye davet ediyoruz.

Öyleyse bu gerçekler ışığı altında düşünelim… Din’i gerçekçi bir biçimde değerlendirelim…

Bu gerçekçi değerlendirme bizi nereye getirecek?.. Bizi şuraya getirecek; Hz. RasûlullâhSistem’in gereği olarak bize belli önerilerde bulunmuş; “şunları şunları yaparsanız sizin için böyle faydalı olur veya bunları yapmazsanız neticesinde böyle birtakım sıkıntılar sizi bekliyor” diye…

Hz. Rasûlullâh’ın bize önerdiği Kurân’da bahsedilen teklifler, kesin olarak bilelim ki, bir paket değildir. Yani “ya hepsini birden tatbik edeceksin veya hiçbirini tatbik etme!”

Bu tamamen yanlış bir görüştür!

Kurân’ın bize teklifi pek çoktur; namaz, oruç, hac, zekât, yalan söylememek, gıybet etmemek, zina yapmamak, kumar oynamamak, vesaire gibi…

Bunun ne kadarını biz tutarsak o kadar kârlı oluruz; ne kadarını ihmâl edersek, geri bırakırsak, o kadarının da sonuçlarına katlanırız.

Şimdi diyelim ki bir kişi Ramazan’da oruç tutabiliyor, elinden geliyor; fakat namaz kılamıyor…

Tamam… Orucunu tutsun… Namaz kılamıyorsa kılamasın…

Namaz kılamıyorum diye de orucu tutmaması yanlıştır!

Veya herhangi bir kişinin, “Sen mâdemki namaz kılmıyorsun, oruç da tutma” demesi kesinlikle yanlıştır ve Din’de yeri olmayan bir hükümdür, büyük vebal getirir!

Çünkü herkes yapabildiği kadarını yapacak, yapamadığının da sonuçlarına kendisi katlanacaktır!

Yani biz hiçbir zaman Allâh adına yargıç olamayız ve birbirimizi yargılamakla da yükümlü veya yetkili değiliz!

Herkes yaptığını yapacak ve neticede de Allâh ile kendi arasında bir mekanizma karar verecektir!

Biz maalesef bazı şeyleri çok yanlış anlıyor ve anlatıyoruz.

Günümüzde çok önemli bir konu, kadınların başını örtmesi olayıdır.

Namaz–oruç–hac–zekât gibi hükümlerin bir insan için son derece önemli olduğu ve bunları yerine getirmeyenlerin neleri kaybetmekte olduğu Hz. Rasûlullâh tarafından açıklanmıştır.

Bu hükümler bu kadar önemliyken maalesef bazı kişiler Din olayını, Müslümanlık olayını sadece ve sadece kadınların başlarını örtmesi üzerine kurarak; başını örtmeyen kadının âdeta İslâmiyette yeri olmayacağını, kâfir olacağını vurgulama noktasına kadar gitmektedirler.

Bize göre bu, çok yanlış bir değerlendirmedir!

Kurân’da kadının başını örtmesi konusunda âyetler vardır. Yani bu, hanımlara yapılan bir tekliftir!

Fakat, bir hanımın başını örtmediği takdirde ne olacağına dair ne bir Kur’ân âyeti ne de Hz. Rasûlullâh’ın getirdiği bir açıklama vardır.

Dolayısıyla, İslâm Dini’ni kabul etmiş olan bir hanım eğer başını örtmüyorsa, biz onun hakkında hiçbir yorum ya da değerlendirmede bulunmaz ve “Yaptığı hareket, onunla Allâh arasında çözümlenecek bir olaydır. Allâh nasıl dilerse onun hakkında öyle hüküm verir” deriz ve geçeriz.

Ama o hanımın “ben başımı örtemiyorum öyleyse namaz da kılmayayım” demesi kadar büyük bir yanlış da olamaz!

Eğer başını örtemiyorsa, örtemeyebilir. Ama gene de namazını kılabilir, orucunu tutabilir, Hacc’a gidebilir. Nasıl namaza durduğu zaman, başını örtüp namazını kılıyor, daha sonra da günlük kendi kıyafeti içinde çıkıp dolaşabiliyorsa aynı şekilde o hanım Hacc’a da gider. Hac görevini de oranın şartları içinde ifa eder, döndükten sonra da gene kendi kıyafeti ile yaşamına devam eder.

Başını örtmemişse, bu, Allâh’la onun arasında bir olaydır. Ama başını örtmemesi, Hacc’a gitmesi konusunda kesinlikle bir engel oluşturmaz!

Bunu çok açık ve net söylüyorum!

İşte herkesin kendi yaşamını buna göre değerlendirmesi gerekir.

Yani yaşamda temel esas şudur:

Biz gerçekçi zaman boyutuna göre, saniyeler kadarlık bir süreç yaşıyoruz Dünya üzerinde!

Nitekim Hz. Rasûlullâh buyuruyor ki:

“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar!”

Ölünce uyanırlar!.. Bu ifadenin hem zâhir yaşamı ilgilendiren anlamı vardır, hem de şuur boyutuna hitap eden anlamı.

İnsanların ölmeden evvel yaşadıkları hayat, bir “rüya” hükmündedir!

Biz, âdeta bir rüya hükmünde olan bu Dünya yaşamında ölüm ötesi ebedî hayatı kazanmak; ölüm ötesi ebedî hayatın bedenini, imkânlarını inşa etmek durumuyla yüz yüzeyiz.

Böyle bir süreç içinde yaşamımızın büyük bir kısmı, gerçekleri fark etmeden geçmiş… Gençliğin, orta yaşın, iş hayatının çeşitli gürültüsü patırtısı, çalkantısı içinde ömrü harcamışız… Kalan süremiz ne kadar onu da bilmiyoruz… Belki de çok çok az! Şu günün şartlarında bir trafik kazası bir anda hayatı bitiriveriyor. Ve o geçişten sonra da geri dönüş, Dünya’ya geri geliş kesinlikle mümkün değil!

Öyleyse ne yaparsak burada şu çok kısa sürelik ömürde yapmak zorundayız!

Yani, yaşamımızın bir kısmı alev almış yanıyor… Sanki salonumuzun bir kısmı alev almış yanıyor… Biz buradan kurtarabildiğimizi kurtarmaya bakacağız!

Yanan yanmış… Onun gailesini, derdini çekmeyeceğiz… Geride ne kalmışsa onu kurtarmaya bakacağız.

Şimdi… “Efendim ben başımı örtemiyorum” diyerek başka yapabileceklerini ihmâl etmek, yapılacak en büyük hata ve gaflettir!

Herkes ne yapabiliyorsa onu yapsın!

Cuma namazına gidebilen, Cuma namazına gitsin… Günde 23 vakit namaz kılan 23 vakit kılsın!

5 vakti tamamlayan aliyyül âlâ…

Ama ben 5 vakit kılamıyorum, öyleyse hiç kılmayayım, demek çok yanlıştır!..

5 kılamıyorsan 4 kıl… 4 kılamıyorsan 3 kıl… 3 kılamıyorsan, hiç değilse bir sabahleyin elini yüzünü yıkadıktan sonra ayağını da yıkadığın zaman işte abdest almış oldun!

2 rekât sabah namazını evden çıkmadan evvel kılsan, hiç olmazsa günün bir vaktini kılmış olursun… Hiç kılmamaktan çok daha âlâdır.

Bir şeyi hiç yapmamaktansa biraz olsun yapmak, neticede kazançtır!

Siz dükkanınızı açtığınız zaman, işyerinize geldiğiniz zaman, “Bugün 100 milyon kazanacağım, 5 milyon kazanacağım, 10 milyon kazanacağım” deyip de bunun 10’da birini kazandığınız zaman, “Olmaz, bu benim hedefim değildi; istediğim değildi” diye geri mi çeviriyorsunuz?

Hayır!

Alabildiğiniz, kârınızdır!

Öyleyse şu Dünya yaşamı içinde, bu Dünya mücadelesi, savaşı içinde yapabildiğinizi yapın…

İster kadın olun ister erkek…

İster genç olun ister yaşlı…

Geçen geçmiştir… Geçmişin kavgasıyla boşa geçirecek zamanımız yok!

Önümüzde meçhul ve uzun olmayan bir süreç var. Bu süreci mümkün olabildiğince iyi değerlendirmeye bakalım.

Ne yapabiliyorsak onu yapalım. Kârımız o kadar olsun!

Zarardansa, en az kâr her hâlükârda iyidir. Kazanmamaktansa kazanmak, az da olsa gene de iyidir!..

İşte Din’deki esas, “herkesin ne yapabiliyorsa onu yapabilmesi” esasıdır.

Çünkü bir daha geri gelip yapmadıklarımızı yapma şansımız olmayacak!

Niye mi? Gayet basit…

Biz şu bedenimizde yaşarken dışarıdan çeşitli gıdaları alırız. Bu gıdalar vücudumuzun enerjisini, biyoelektrik enerjisini oluşturur.

Bu biyoelektrik enerji, mikrovolt cinsinden elektrik ihtiva eden, beyin hücrelerinin ihtiyacı olan biyoelektrik enerjiyi meydana getirir.

Beyin, bedendeki biyoelektrik enerjinin verdiği güçle, belli bir ışınsal dalga yayar.

Beynin yaydığı bu ışınsal dalgalar bir yandan bizim “RUH” adını verdiğimiz ışınsal bedenimizi, yani “holografik bedenimizi”, yani “ruh”umuzu üretir ve beynimizdeki tüm kapasite bilgi, idrak, ilim ve de “ruh gücü” denen “ruhumuzdaki mevcut potansiyel enerji” beyin tarafından “ruh”a yüklenir.

Beyin durduğu andan itibaren de, ruha yüklenmiş olan bilgilerin oluşturduğu bilinçle biz yaşamımıza ışınsal boyutta, “Güneş platformu” dediğimiz Güneş’in ışınsal alanı içinde, Dünya’nın manyetik alanının içinde Kıyamet’e kadar yaşamımıza devam ederiz ki bu devre, Din’de “Berzah Âlemi”, “Kabir âlemi” diye anlatılmıştır…

Bu âleme geçtikten sonra artık Dünya’ya bir daha geri dönüş diye bir olay yok!

Ve yeniden beyin sahibi olarak, ruhumuza yeniden bir şeyler yükleme şansımız yok!

İşte bu yüzdendir ki biz geleceğe dönük bir biçimde belli çalışmalar yapmak zorundayız!

Şimdi… En basit bir olayla meseleye girmeye çalışayım…

Biz abdest alırız… Abdest aldığımız zaman, “Bunu niye aldık?” diye sorarsak, eskilerin bir çoğu der ki; “Temizlik olsun diye, temizlik için”…

Halbuki Hz. Rasûlullâh (aleyhisSelâm) icabında bir bardak suyla dahi abdest almıştır; ve bugün Orta Doğu ülkelerinde sıcak yerlerde görürsünüz, ufacık bir kaptan birazcık suyla abdest alınır.

Hele bir de teyemmüm olayını düşünürseniz… Yüze toprak sürme… O alınan suyla vücudun temizlenmesi mümkün değildir!

Buradaki temizlik, bildiğimiz fiziki bir temizlik olayı olamaz.

Peki, temizlik için değilse, niçindir?

Eğer bunu da dikkatli bir şekilde düşünürsek;

Vücudun ozmoz yoluyla dışardan hava aldığını biliyoruz… Aynı şekilde ozmoz yoluyla dışardan su da alır. Suyu alması demek, H2O, hidrojen ve oksijen atomlarından oluşmuş olan enerjiyi sinir sistemine iletmesi demektir!

Eğer dışardan suyu vücuda sürmek suretiyle elektrik enerjisi temini amacına yönelik değilse abdest, acaba ne içindir?.. Bunu düşünmek gerekir. Aynı şekilde “Teyemmüm” dediğimiz şey de vücuttan, beyin üzerinde büyük baskı ve stres oluşturan, statik elektriğin atılmasıdır. Yani “ibadet” denen bu çalışmaların her biri, tamamen bilimsel birtakım gerçeklere, fiziksel, kimyasal birtakım “sistem gerekleri”ne dayalı şekilde önerilmiş çalışmalardır!

İşin bir diğer değişik yönü daha var… O yönü itibarıyla da olay şöyle:

Bu kâinatı var eden Mutlak Varlık ki “ALLÂH” ismiyle O’na işaret edilmiştir İslâm’da, Kurân’da…

Bu varlığı, kâinatta var olan her şeyi, kendi isimlerinin Esmâ’sının özellikleriyle var etmiştir. Yani hepimizde var olan bütün özellikler, “Allâh isimlerinin işaret ettiği mânâlar”dan kaynaklanmaktadır.

 İnsanın yeryüzünde halife olması, Allâh’ın 99 isminin mânâsının da mahiyet olarak, öz olarak insanın varlığında mevcut olmasından kaynaklanmaktadır.

Şimdi, “İnsanın Halifeliği”nden bahsetmişken, burada bir noktaya daha açıklık kazandırmak istiyorum…

Dikkat edin, Kurân’daki âyette; “Biz insanı Halife olarak yarattık” veya “Biz sizleri yeryüzünde halifeler olarak meydana getirdik” derken kadın ve erkek ayırımı yapılmamıştır.

Yani, Allâh’ın Halifesi olma yönünde, erkek ve kadın eşittir! Her ikisi de Allâh’ın Halifesi olma kemâlâtına sahiptir.

Bu sebepten dolayı da kadının erkekten ikinci derecede olması veya ikinci düzeyde, ikinci sınıf mahlûk olmasından söz edilemez.

Çünkü Allâh, “Biz sizi yeryüzünde Halife olarak yarattık” derken kadın ve erkek ayırımından söz etmemiştir!

Asliyyeti ve mahiyeti itibarıyla kadın ve erkek Hilâfet bahsinde eşit özelliklere sahiptir!

İslâm’ın ve Kurân’ın bu gerçeğini böylesine vurguladıktan sonra, işin biraz daha derinine girmek istiyorum…

Hepimiz Allâh’ın isimlerinin varlığıyla meydana geldiğimize göre; Allâh’ın Rahmân, Rahıym, Müriyd, Melik, Kuddûs isimleri hepimizde var olduğu gibi, Allâh’ın Zâtî sıfatlarıyla da hepimiz varız.

Yani Allâh’ın “Hayat” sıfatının varlığımızda olması itibarıyla hepimiz HAYY, yani canlı-diriyiz.

Allâh’ın “İlim” sıfatının hepimizde var olması itibarıyla hepimiz şuur sahibiyiz…

Allâh’ın “İrade” sıfatının hepimizde var olması nedeniyle, yani Allâh’ın MÜRİYD isminin mânâsının işaret ettiği irade vasfı özelliği hepimizde mevcut olduğu için, biz şuurumuzda var olan şeyleri dilemekte; “Kudret”sıfatı hepimizde var olduğu için, bizden açığa çıkan kudret ölçüsünde, dilediklerimizi gerçekleştirebilmekteyiz.

Yani hepimiz Allâh’ın Zâtî sıfatları ve esmâsının ihtiva ettiği özelliklerle varız.

Kurân’da ve Hz. Rasûlullâh tarafından Allâh’ın bu isimlerinin bize bildirilmesi, yukarıdaki–ötedeki bir tanrının özelliklerini bize tanıtmak için değil, kendi varlığımızı oluşturan bu özelliklerin, yani yapımızın hakikatinin, bilinebilmesi amacına yöneliktir.

Nitekim “Nefsini bilen Rabbini bilir!” hadisi bu gerçeğe işaret eder. Yani sen nefsindeki bu özellikleri ne kadar bilip tanıyabilirsen, o nispette de senin nefsinin, varlığın, kâinatın hakikati olan Allâh’ın özelliklerini bilebilirsin!

Ancak; Allâh’ı bu özellikleriyle ne kadar bilirsen bil, Zâtî yönünden de O’nu bilebilmek, düşünebilmek, tefekkür edebilmek, mümkün değildir!

Çünkü Zât’ının sonsuz ve sınırsızlığı, sınırlı ve sonlu idrak ve kavrayış sahibi varlıkların O’nun Zât’ını kavramasına olanak tanımaz!

Öyleyse biz hepimiz, O’nun varlığıyla, O’nun Esmâ’sının özellikleriyle meydana geldiğimize göre, gerçekte her birimiz O’nun tüm özellikleriyle aşikâr olduğuna göre, O’nun dilediği özellikleriyle aşikâr olduğuna göre, her birimiz O’nun halifesi olarak saygıya, sevgiye ve hürmete değer varlıklarız!

Öyleyse biz adı–rengi–cinsi–ırkı–dili–dini ne olursa olsun her bir insanı ve birimi sevmek ve saygı göstermek mecburiyetindeyiz!

Çünkü o ismin, o resmin, o rengin, o dilin, o dinin, o ırkın ardındaki varlık, Allâh’a ait varlıktır.

Yüz çevirdiğiniz, nefret ettiğiniz, beğenmediğiniz, hor hakir gördüğünüz varlık, neticede Allâh’ın vechine dayanan bir varlık olduğu için bu davranışınız Allâh’a uzanır gider.

“Secde”, sadece alnı toprağa koymak değil; varlıkta mutlak hakiki yegâne varlığın O olduğunu, ötelere atmadan idrak edebilmek ve her bir sûrette O’nun vechinin var olduğunu idrak edebilmektir!

Eğer biz bu idraka gelirsek; ne Arap’ı hor görürüz, ne Acem’i hor görürüz, ne Kürt’ü hor görürüz, ne Alevî’yi hor görürürüz, ne Sünni’yi hor görürüz, ne de herhangi bir birimi!

Öyleyse bizim için “Allâh’ın Halifesi olan İnsan” vardır. Ve hangi ırkta, hangi cinste, hangi dilde, dinde ortaya çıkarsa çıksın, biz onu sevip saymak, ona elimizden gelen saygı hürmeti göstermekle mükellefiz!

Aksi takdirde Allâh’tan ve gerçeklerden perdeli olarak şartlanmış gâfil bir birim olarak bu Dünya’dan geçer gideriz ki, bunun sonucu da ebediyen azap ve ızdırap içinde kalmaktır. Çünkü kendimizin hakikatinden mahrum kalmış, hakikatimizi tanıyamadığımız için de karşımızdakini değerlendirememiş ve böylece de gaflet içinde, yani bir diğer günümüz ifadesiyle, koza içinde –kozadan çıkamadan– bu Dünya’dan geçmiş oluruz.

Ya kozamızı delip kelebek olup uçacağız… Ya da kozayı delemeden kozayla birlikte kaynar kazanı boylayacak; ipek böceği misali, kelebek olamadan tırtıl olarak ipeğin içinde ateşi boylayacağız!

İpeğin içinde olup da onun dışına çıkamadan o kozayla birlikte ateşi, kaynar kazanı boylamak, herhâlde tırtıl için hoş bir şey olmasa gerek!

Öyleyse;

“Ey ipeğin içindeki!”…

Kozanı delip, kelebek olup uçmaya bak… Aksi takdirde tırtıl olarak o kozayla birlikte kaynar kazan seni bekliyor! Gel sen aklını başına topla… Bir an evvel kozanı del, yaşamın gerçeklerini gör. Hz. Rasûlullâh’ın hitabına kulak ver, O’nu değerlendirmeye çalış. Ebedî hayatını kurtarmaya bak! Çünkü sana teklif edilen şeyler senin kendin için gerekli olan şeyler.

Ne Allâh’ın sana ihtiyacı var…

Ne Allâh Rasûlü’nün sana ihtiyacı var…

Ne Kurân’ın sana ihtiyacı var…

Ne de benim, sana ihtiyacım var!

Sen, sadece kendi geleceğini kurtarmak için bu söylediklerimi düşünmek, değerlendirmek zorundasın!

Aksi takdirde pişmanlığın hiçbir zaman sana fayda vermeyecektir.

Şu anda Dünya üzerinde 5 milyar insan yaşıyor… 5 milyar insanı bir araziye toplasak, senin tanıdığın bir insanı o 5 milyar içinde görüp bulma şansın, dikkat et, 5 milyarda birdir! “Ölüm” denen olayla birlikte bu Dünya’dan ayrılacaksın ve “Kabir âlemi”ne geçeceksin… Kabir âleminde milyonlarca yıl yaşamına devam edeceksin ve Kıyamet’te tüm insanlar biraraya gelecek.

Acaba bugün en değer verdiğin birimlerin kaçını orada görebileceksin, bulabileceksin veya bulamayacaksın?

Şimdi… “Ölüm” denen olayla birlikte “Kabir âlemi”ne gireceksin, dedim.

Kısaca bu konuyu biraz açmak istiyorum…

Biz “ölüm” denen olayla birlikte bu bedenle alâkamız kesildikten sonra şuurlu bir biçimde kabre konarız. O mezarın içindeki toprağın içindeki haşeratı, şunu bunu hepsini görür ve aynı şekilde dışardan gelen sesleri de işitiriz, fakat kabirden çıkıp gidemeyiz. Tıpkı bütün gün, yaşam boyunca, düşündüğün olaylar nasıl otomatik olarak rüyana girer ve rüyanda bunları değiştirmek elinden gelmezse, gündüz kafana girmiş şeylerin doğal sonucunu rüyanda yaşarsan; “Dünya’da da insanlar uykudadır, ölünce uyanırlar” hesabı, Dünya’da neleri yaşamışsan, neleri benimsemişsen, benlenmişsen, sahiplenmişsen, tüm bunların sonuçlarını da kabirde yaşamaya başlarsın!

Tabii bir süre sonra madde dünyası tamamen kaybolduğu için de kabrin o toprak mezar bölümü, dünyası, tamamen kaybolur ve ruh boyutunda kabirde yaşamaya başlarsın.

Kabirde “Ruh boyutunda” yaşamaya başlamış olman demek, Dünya’nın senin gözünün önünden tamamen kaybolması, Güneş’in ışınsal platformunda yaşamaya başlamış olman, Güneş’i ve içindeki bütün canlıları olduğu gibi görmeye başlaman demektir.

Aynı şekilde Galaksi içindeki tüm yıldızların ışınsal boyutundaki varlıkları da görmeye başlarsın. İşte bu olay Din’de “Kişiye ölümle birlikte kabirde bir pencere açılır. Bir yandan cehennemi ve içindekileri görür, bir yanda bir pencere açılır cenneti ve içindekileri görür” diye anlatılmıştır. Çünkü ruh gözünde mesafe kavramı yoktur!

Bizim bu gözle her ne kadar 50 metre, 100 metre, 1000 metre gibi bir görme sınırımız varsa da, “Kabir âlemi”ne geçmiş kişinin ruh gözü için mesafe kavramı kalkar ve sanki birkaç metre yanındaymış gibi 150 milyon kilometre ötedeki Güneş’in merkezinin ışınsal varlıklarını, canlılarını görmeye başlar.

Bir bilimsel bakışa göre, şu anda Dünya’da 70 kg olan bedenin Güneş üzerindeki ağırlığı, ortam itibarıyla 300.000 kg olacak diye hesaplanıyor.

Cehenneme girmiş insanların bedenlerinin de son derece dev boyutlarda olacağına dair birtakım hadisler, yani Hz. Rasûlullâh’ın açıklamaları var.

Kabir âlemine geçen bu kişi bir yandan Güneş’i, içindeki canlıları ve o ortamı görür… Şayet o kişi, orada ebedî olarak kalacak olanlardan ise; gidemeyeceği güzel ortamı ve gideceği azap verici ortamı da görüp, bunun sonucunda kabirde oldukça sıkıntılı azaplı bir evre geçirir, tıpkı kâbus içinde rüya gören insan gibi…

Eğer bunun aksi ise, yani o cennet denen güzellikler ortamına gidecek, oradan kurtulacaksa, o zaman da çok huzurlu olur, o öbür ebedî kalınacak ortamdan kurtulacağının sevinci içinde… Ve bu süre kıyamete kadar böylece devam eder.

Şu anda Dünya’dan ayrılmış kişilerin ruhları, Dünya’nın varolması itibarıyla “Von Allen” adı verilmiş manyetik kuşağın içinde yaşamaktadır. “Kabir âlemi” ve “Berzah âlemi” denen âlem, bu kuşak içinde olan manyetik âlemdir!

Güneş’in büyüme evresiyle birlikte Güneş; Merkür’ün, Venüs’ün ve Dünya’nın tamamen eriyip, yok olup, buharlaşmasına, sonuçta TAMAMEN ORTADAN KALKMASINA SEBEP OLUR… Kıyamet dediğimiz, bizim tespitimize göre Güneş’in büyüme ve çevresindeki Dünya’yı yok etme evresinden sonra, “Von Allen” alanı Dünya’nın manyetik çekim alanı da biter.

Bu bitişle birlikte insanlar, Güneş’in çekim alanına dahil ışınsal mekân, platform üzerinde hep bir arada olurlar. Bu alan ortadan kalktığı için de, insanlar “Mahşer” denen o kıyamet evresinden sonra Dünya’da neler yapmış olduklarını ve bu yaptıkları yanlışların ve doğruların kendilerine neler getirdiğini, o günün şartları ve varlıkları içinde müşahede ederler. Yani “Mahşer” denen ortama dair hadislerle sembolik bir biçimde anlatılan bütün olaylar bilfiil yaşanır ve bundan sonra bu insanlardan belli çalışmalar yapmış, belli neticeler elde etmiş kişiler “Cehennem” ortamından çıkarak, tamamen “Cennet” denen bir başka boyuta geçerler…

Diğerleri ise o boyutta, yani Güneş’in çekim alanı içinde kalır.

Esasen, Güneş’in cehennem olduğu konusu, bizim müşahedemize göredir…

Bizim bugünkü bilimsel verilerle olaya yaklaşımımızda da Güneş’in Dünya’yı yutacağı ve yok edeceği kesin olarak bildirilmektedir!

İşte, gerçekler böyle olduğuna göre bu durumda biz ne yapmak zorundayız?

İşte “Ne yapmak zorundayız?”a geldik yine, döndük dolaştık aynı yöne.

Bir yönü itibarıyla ölüm ötesi ruhumuzu, şu anda yaptığımız beyin çalışmalarıyla oluşturduğumuza göre, beynimizi azami ölçüde değerlendirmek zorundayız.

“Biz Allâh’ı zikredelim” dediğimiz zaman, “Ne yapıyoruz?”, “Niye yapıyoruz?”…

Bunun üzerinde kısaca durayım…

Bir insan için en önemli şey ZİKİR’dir!

Çünkü “ZİKİR” denen olay, biraz evvel de bahsettiğim gibi yukarıda, ötede bir tanrıyı anma amacına yönelik olarak gelmemiştir.

Biz, biraz evvel de bahsettiğim gibi, Allâh’ın çeşitli isimleriyle işaret edilen özelliklerle var olmuşuz.

Bu özellikler yani Rahmân isminin, Rahıym isminin, Müriyd isminin, Kuddûs isminin, Fettah isminin mânâları bizim beynimizde mevcuttur!

Nasıl mevcuttur?

Beyinde, ne kelime vardır, ne resim vardır, ne görüntü vardır…

Beyinde her bir mânânın, belli hücre grupları içinde yerleşik belli frekansta bir titreşimi vardır. Beyin hücreleri, sürekli olarak, elektriksel bir titreşim hâlindedir. Her bir düşünce, beyinde belli hücre grupları arasında bir titreşim oluşturmakta ve belli bir elektrik akışı oluşturmaktadır.

Dünya’da ilk defa olarak, 1986 yılında “İNSAN VE SIRLARI” isimli kitabımızda, “zikir” denen olayın beyinde hücreler arasında belli bir elektrik faaliyeti meydana getirdiğini, bu kelime tekrarından hücreler arasındaki elektriksel faaliyetin arttığını; bunun frekansının âtıl duran diğer hücrelere “transmitter”lar aracılığıyla iletilerek bu âtıl duran hücrelerin o gelen frekansa programlanarak devreye girdiğini ve böylece de zikrin beyindeki kapasiteyi arttırdığını yazdık.

1986 yılında biz bunu yazdıktan sonra, bu konudaki ilk bilimsel açıklama, 1993 yılında, Amerika’da, dünyanın bir numaralı bilim dergisi olan “Scientific American”nın Aralık sayısında yer alan bir makalede ele alındı.

Bu makalede, bilim adamı -aynı zamanda söz konusu makalenin yazarı- beyindeki hücrelerin belli kelime tekrarlarıyla devreye girdiğini, kelime tekrarlarının beyinde belli hücreleri devreye sokarak kapasiteyi arttırdığını yazdı.

Yani burada demek istediğim şu;

Siz, zikir yapmak yani Allâh’ın belli isimlerini anmak suretiyle o isimlerin ihtiva ettiği anlam istikametinde beyin kapasitenizi geliştirebilirsiniz. Mesela diyelim ki Allâh’ın 7 Zâtî sıfatından 3.sıfatı olan “İrade” sıfatının adı olan MÜRİYD ismini zikrettiğiniz zaman, her gün belli bir sayıda bunu tekrarladığınız zaman, diyelim ki 1000- 2000-3000 defa tekrarladığınız zaman, birkaç ay sonra “İrade” gücünüzün arttığını fark edersiniz… Bunun yanı sıra, “Müriyd” isminin yanı sıra, “Kuddûs” ismini tekrar etmeye başladığınız zaman, kendinizde belli bir arınma, istemediğiniz kötü alışkanlıklardan arınma; kendinizin bu beden değil, bir bilinç varlık olduğunuzun, yaşamı ölüm ötesi yaşamda da devam edecek olan, sonsuz bir varlık olduğunuzun idrakının kendinizde gelişmeye başladığını fark edersiniz.

İşte bütün bu kelime zikirleri yani Allâh’ın isimlerinin zikri, sizin beyninizde belli kapasiteleri arttırır, geliştirir.

Bu kapasite sizde ne kadar artarsa, o ismin mânâsı sizde o kadar açılır ve o ismin mânâsının, hakikatinin işaret ettiği mânâda da Allâh’ı tanımış olursunuz.

Yani sizin Allâh’ı tanımanız, kendinizde O’nu bulabildiğiniz ölçüdedir!

Kendinizde olduğu gibi başkalarında da ortaya çıkan özellikler, yine Allâh’ın isimlerinin özellikleridir. Eğer biz dışa dönük değil, kendimizi geliştirme yönünden olaya bakarsak şunu keşfederiz:

DUA ve ZİKİR beyinde belli bir kapasite genişlemesini ve bu kapasitenin gelişmesine bağlı olarak kişilikteki gelişmeleri ve tekâmülünü getirir. Bu özellikler de otomatik olarak beyin tarafından ruha yüklendiği için, ruhun da çok daha yüksek kapasitede özelliklerle, kemâlâtla oluşması sağlanmış olur.

Yani yaptığımız bu zikir çalışmaları veya zikir yanı sıra yaptığımız diğer “ibadet” adı verilen bireysel menfaate dönük çalışmalar, yani namaz-oruç-hac vs. gibi çalışmalar hep bizim kendi geleceğimizi en güzel şekilde inşa etmek, ölüm ötesi boyutta yaşam şartlarımızı güzelleştirmek amacına yöneliktir.

Dolayısıyladır ki biz, ya bu çalışmalarla kendi ölüm ötesi yaşam bedenimiz olan holografik dalga bedenimizi –ruhumuzu– geliştireceğiz, kuvvetlendireceğiz ve bunun ötesinde Allâh’ı ve Allâh’a ait özellikleri daha iyi anlayıp kavrayacağız ve onları anladığımız bildiğimiz ölçüde, kendi yaşamımıza ona göre yön vereceğiz… Ya da bunları ihmâl edeceğiz, bütün bunlardan bîhaber olarak; sanki yukarıda ötede bir tanrı varmış gibi, sanki onun bizim yaptığımız şeylere ihtiyacı varmış gibi olayı değerlendirip; “Aman canım, O’nun benim yaptığıma ihtiyacı yok!” deyip, her şeye boşverip, ondan sonra da yaşamın son derece acı gerçekleriyle karşı karşıya kalacağız!

İşte bu sohbetimde size bilebildiğim, muttali olabildiğim kadarıyla yaşamın gerçeklerinden ve bu gerçeklere dayalı olarak gelmiş olan Din’in tekliflerinden ve Din’in geliş gerekçelerinden söz etmeye çalıştım.

Bilemiyorum faydalı olabildim mi, olamadım mı?.. Ama şurası kesin gerçek ki, bu anlattıklarım doğru veya yanlış da olsa siz gene de bu konuları ana kaynaklardan araştırın, düşünün, inceleyin, etüd edin.

YAŞAMINIZLA KUMAR OYNAMAYIN! Yaşamınız derken EBEDÎ YAŞAMINIZdan söz ediyorum.

Şu Dünya’da kaç saniye yaşadık ve daha kaç saniye yaşayacağız, gerçek boyuta, gerçek zaman değerlerine göre?.. Bunu hatırlayın!

Yaşamınızın kaç saniyesi gitti veya kaç saniyesi veya salisesi kaldı?

“Timer” hızla işliyor!

Geri sayım başladı… 59, 58, 57, 56… Hızla azalıyor zaman!

Öyleyse bu kalan zamanı çok iyi değerlendirin!.. Bu dediklerimi araştırın!..

Doğru mu, değil mi bunları tespit edin, kalan son süreyi iyi değerlendirmeye bakın!..

Bir daha geri geliş, Kurân’a göre yok!

Hz. Muhammed’e göre insanın bir daha dünyaya gelerek yapmadıklarını yapması, hatalarını, yanlışlarını telâfi etmesi mümkün değil!

Yarın öbür tarafa gittiğiniz zaman, buradaki bu değerlerin hiçbirisi geçerli olmayacak.

Öyleyse lütfen, bu gerçekleri olabildiğince gerçekçi bir biçimde düşünerek, pişman olmayacağınız bir biçimde yaşamınıza yön vermeye çalışın. Zira son pişmanlık noktasında, size bir daha kesinlikle geri dönüş hakkı olmayacak!

Allâh hepimize pişman olmayacağımız bir şekilde yaşamı değerlendirmeyi, yaşamın gerçeklerini değerlendirmeyi kolaylaştırmış, nasip etmiş olsun!

Hoşça kalın dostlarım!

 

AHMED HULÛSİ

Antalya, 1990