NEFSİN PERDELERİ
Ahmed Hulûsi
Bilinç, üç şeyle örtülmüş vaziyettedir:
1.İzafî, vehmî benlik duygusu,
2.Tabiat,
3.Şartlanmalar.
İzâfi, vehmi benlik duygusu Tabiat Şartlanmalar
Şartlanmalar deyince, şartlanmaların oluşturduğu değer yargıları ve bu değer yargılarının meydana getirdiği duygular silsilesi, şartlanmalar kelimesinin içinde değerlendirilmelidir.
Bir bilinç bu üç şeyden arınmadığı sürece, kendi gerçek mertebesine erişemez!…
Bütün kâinatta var olan her şeyi, gerçeği itibariyle evreni meydana getiren Aklı evvel`den ve de O`nun kudretinden, enerjiden meydana geldiğine göre, bütün bilinçlerin özü gerçekte “Kozmik Bilinç” dediğimiz “Evrensel Bilinç”tir… Eskiler bunu, “Allah`ın İlmi”, “Allah`ın ilim sıfatının eserleri” diye tanımlamışlardır.
Evreni meydana getiren “enerji” adını verdiğimiz yapı ise “Allah`ın Kudreti” diye tarif edilmiş, kudret sıfatına bağlanmıştır.
Esas itibariyle maddeden, maddi değerlerden, maddi değer yargılarından ve hatta mânevî değer yargılarından öte olan bilinç, oluşumu itibariyle gözünü bu madde bedende açtığı için, beş duyu verilerine bağlı kalarak, kendini bu beden kabul etmiştir.
Kendini bu beden zannetmesi, onda vehimden yani varolmayanı var kabuletmekten doğan bir birimsellik oluşturmuş ve de “ben filancayım” diye düşünmeye başlamıştır.
Çevre kendisine ne isim takmışsa, o ismin karşılığı olarak kendisini kabullenmiştir. Ve de beş duyuya bağlı olarak, beş duyuyla kayıtlı olarak da, kendisini bu et kemikden ibaret bir beden olarak mütalâa etmiş ve tüm yaşamını bu madde bedene bağlayarak, “Bu beden yok olduğu zaman ben de yok olacağım” zannıyla ömür sürmeğe başlamıştır.
Oysa, gelmiş geçmiş bütün Nebi ve Rasûller aracılığı ile şu konuda uyarmışlardır:
“Sen bu beden değilsin!. Bu beden belli bir süre sonra toprak altında çürüyüp yok olacak. Fakat Sen, Sonsuza dek yaşamına devam edeceksin!…”
bilgisini ulaştırmışlar ve bütün bilinçleri bu yolda uyandırmaya çalışmışlardır…
Bu beden olmayan bilinç, kendisinin ne olduğunu, nelerden arınmak sûreti ile bilebilir ve bu arınma nasıl olur ?…
Bizim, “bilinç” kelimesiyle anlatmağa çalıştığımız şey, din terminolojisinde “Nefs”teki şuur`dur!.
“Nefs”, “bilinç sahibi ben” anlamındadır!.
Tasavvufta, ehil olmayanlarca, Nefse ait olarak kabul edilen birçok özellik, gerçekte Nefse ait olmayıp, Nefsin bürünmüş olduğu; elinde olmadan ister istemez büründüğü bir takım özelliklerdir…
“Nefs”in bilincinin, kendi hakikatını tanımasına engel olan hâllerin başında birinci sırada, kendisini bu beden kabullenmesi gelir.
İkinci sırada, bu kabullenişin tabii sonucu olarak, bedenin istek ve arzularını, bedenin dürtülerini, bedenin kendine has özelliklerini, kendi özellikleri imiş gibi kabul etmesi gelir ki bu “Tabiat” kelimesi ile tanımlanır, kişinin tabiatı dediğimiz bir biçimde…
Ve nihâyet üçüncü olarak da ;
“Şartlanmalar” dediğimiz husus ortaya çıkar ki, bu da kişinin çevresel değer yargılarına tâbi olarak, kendi öz bilincini gerektiği gibi kullanamaması sonucu ortaya çıkan davranışlardır…
Sade bir ifade ile açıklayalım:
Siz kendinizi bu beden kabul ediyorsunuz, sonra bedenin istek ve arzularını, zevklerini, azap ve ıstıraplarını kendi zevk ve ıstıraplarınız olarak kabulleniyorsunuz ve çevre sizi ne şekilde şartlandırıyorsa, neye şartlandırıyorsa, o doğrultuda, onlara sahip olmak için bir mücadele veriyorsunuz.
İşte bu üç hâl, bilincin gerçek kapasitesinin örtülüp, bir birimsel yaşamın başlamasıyla oluşan hâldir…
Normalde, halkın “Şeriat düzeyi” dediği, “dinin sadece şekli hükümlerini yerine getirme” diye değerlendirilebilecek tefekkür yanı olmayan durum “Nefs-i Emmare” ve “Nefs-i Levvame” hâlleridir…
“Nefs-i Emmare”, şartlanmaları nedeniyle kendisini beden kabul eden bilincin, bedenin dürtüsel diyeceğimiz, tabiatı istikâmetindeki davranışlara tâbi olmasıdır.
Beden en güzel şekilde yemek-içmek ister, beden en güzel şekilde rahat etmek ister, beden en güzel şekilde seks yapmak, uyumak ister; şartlanmaları ne yönde ise onları yapmak ister…
Bunlar, bedenin tabiatı dediğimiz içgüdüsel davranışlardır.
Bedene tâbi duruma düşen bilinç, gerçek değerini yitirmiş, gerçek varlığından ve özelliklerinden örtünmüş bir hâlde; kendini beden kabul etmiş olarak yaşamına devam eder.. Tıpkı diğer canlılar gibi!…
Diğer yaratılmışlar da yer içer, çiftleşir, uyur, ürer… Bütün bunları yapmak için özel bir bilince ihtiyacı yoktur. Bedenin tabiatı-doğası, onu o istikamette sürükler götürür..
Oysa, insanı bilinçli bir varlık olarak diğer mahlûkattan ayıran şey, “tefekkür” dediğimiz derin ve kapsamlı düşünce; “muhakeme” dediğimiz, farklı şeyleri değerlendirmeye tâbi tutarak ortaya bir mânâ çıkarma özelliğidir..
Yani, bir insanın, insan olabilmesi için, gerçek yaşam değerlerini iyi kavraması, yaşam sistemi üzerinde yeterli araştırmalar yapması ve bu araştırmalardan çıkacak sonuçlara göre de kendine yön çizmesi zorunludur.
İşte bu düzey, tasavvufta “Levvâme Nefs” dediğimiz mertebede başlar.
Kişi, kendisinin beden olmadığını, bu bedenin belli bir süre sonra çürüyüp yok olacak bir nesne olduğunu, yeme içme seks gibi hâllerin bu bedenle birlikte sona erecek hâller olduğunu idrâk etmeğe başladıktan sonra bu defa sorgulamaya başlar:
“Peki ben neyim?… Ben kimim?…”
Bu araştırma tefekkür yollu olabilir, ilham yollu olabilir. Kişinin kendine özgü bir hâl.. Fakat her halükârda Nefsin-bilincin arınması için üç şeyden kurtulması gerekir;
1-Vehmi benlik kavramından,
2-Tabiatın kaydından,
3-Şartlanmalar, şartlanmaların oluşturduğu değer yargıları ve bu değer yargılarının getirdiği duygulardan.
Burada en önemli şey şudur;
Bu vadiye giren insanların binde biri dahi “Mülhime nefs” bilincinde oluşan vartalardan kendini kurtaramaz… Eğer bu işi iyi bilen birisi yanında yoksa, akıl danışacağı, ehil bir zât tanımıyorsa, binde dokuzyüz doksandokuzu burada boğulur, gider… Bunun sebebi nedir?…
Bunu izah etmeğe çalışalım :
Şimdi sen, gerek tefekkür yollu, gerekse sezgi yollu, ilham yollu bir gerçeği algıladın… Farkettin ki, ben bu beden değilim. Bu beden çürüyüp yok olup gidecek!. Ben bugün bu bedenle varım, ama bu beden değilim!. Öyle ise yarın da bu bedenin oluşturduğu ruh bedenle varım; ama gene ben, o ruh beden de değilim. Peki bu takdirde ben neyim?…
Dedin ve bilincinle boyutsal yoldan varlığın özüne inmeye başladın. Varlığın, mevcudâtın özüne doğru bir yolculuğa çıktın.
Madde dünyasından başladın, atom altı boyuta indin. Kuant boyutuna ve nihayet kozmik enerji, Kozmik bilinç boyutuna erdin ve sonunda farkettin ki…
Tümüyle Evren, gerçekte Tek bir varlık, Tek bir bilinçtir!.
Ve gene, bu anda anlayıp fark ettin ki, bilincinin aslı, gerçekte, evreni meydana getiren O “Kozmik Evrensel Bilinç“…
İşte bunu anladığın anda tasavvuftaki tâbiri ile:
“Benim varlığımda, Hak`tan başka bir şey yoktur!.”...
Dedin.
“BEN” kelimesi ile işaret edilen varlık, gerçekte Hak`tır!”…
Dedin.
Dediğin anda da hakikata giden yoldaki en korkunç batağa adımını attın!.
Çünkü, sen o anda bilgi yetersizliğinden dolayı elinde olmadan, “mâdem ki benim varlığım Hakkın varlığıdır, mâdem ki bu varlık Tek`tir; bu durumda Hak, hiç bir şeyle kayıt altına girmez!. Hak dilediğini yapar!. Hak, mes`ûl değildir!” gibi düşüncelere saplandın!
Sonra da tamamen bedenin istediği bir biçimde yemeye, içmeye, uyumaya, sekse ve dünyalık işlere doğru hızla kaydın!.. Artık bundan sonra, canın ne isterse onu yemek, onu giymek; canın ne dilerse onu yapmak gibi, bilincini tamamen bedenin esiri kılan davranışların içine girersin.
Ve böylece, her ne kadar başlangıçta kendi bilincinin Kozmik Bilinç, o Evrensel Bilinç olduğunu farketsen, kabullensen dahi; “hakikatı” elle tutacak derecede o “hakikat”e yaklaşsan dahi; edindiğin bu yanlış kanaat dolayısıyla, bedensellik boyutuna kaydın ve o bilincin gereği olan yaşamı-hissedişi yitirerek, kendini şu beden kabul ederek, bu bedene dönük yeme içme, seks, rahatlık gibi konularla bu tabiat batağında boğulma yoluna girdin.
İşte burada önemli bir konu daha var :
Bazıları geçmişte, önce “tabiatı terki” ele almışlar.
Bir diğer kısmı, “şartlanmaları terki” ele almışlar.
Bir diğer kısmı da, “vehmi, varsayılan bireysel benliği terki” esas almışlardır..
Geçmişte, tasavvufta, “ruhu kuvvetlendirme” denilen bilinci vahdete erdirme yolunu seçmiş olanlar, Bilinçteki Tek`lik düşünce ve hissini geliştirerek, maddeden arınma çalışmalarına girmişler; fakat çoklukla bunun getirdiği “benlik” hâlini genelde tam atamamışlardır.
Buna mukabil, “Nefsi arındırma” denen çalışmaları yapan bir takım tarikatlar ve ekollerde aşırı riyâzata, yani tabiatla mücadeleye önem vermişler. Fakat bunları yapan, yine kendileri olduğu için “Tek”lik kavramının idrâk edilmesi çok güç olmuştur…
Buna mukabil, Varlığın Tekliği esasından, yani “Vahdet görüşü”nden hareket eden Melâmîlik, Bektaşîlik gibi tarikatlarda, “Ben bu beden değilim, varlık Tek`dir” şeklindeki demin bahsettiğim görüşten yola çıkmışlar; ne var ki bu defa da tabiatla mücadeleyi geri bırakmışlar; ve Teklik bilgisine rağmen, bedende Tekliği yaşamak handikapına düşerek, gene Vahdet`in hakikatına ulaşmaktan mahrum kalmışlardır!.
Yükselen, itibariyle, ateş yapılı burçlar, yani koç, aslan, yay tipi burçların oluşturduğu bünyelerde vehmi benlik, bireysel benlik kuvvetlidir. Bunun atılması zordur. Bunlarda, “dediğim dedik” kuvvetlidir. Canlarının istediğini, akıllarına eseni yapmak isterler.
Su grubu olan, yani yengeç, balık, akrep gibi burçların tesiri ile yükselen burçları oluşan birimlerde tabiat özellikleri yani bedene dönük istekler ağır basar. Yemeye, içmeye, sekse düşkünlük ağırlıklıdır.
Buna karşılık toprak karakterli boğa, başak, oğlak burçlarının özellikleri yükselen burçlarında ağır basan kişilerde de şartlanmalar, değer yargıları gibi hükümler ağırlıklı olarak yaşamlarına yön verir.
Hava grupları, diğerlerinde görülen birçok dezavantajlardan daha uzak olmalarına karşın, havanın seyyaliyeti ve istikrarsızlığı dolayısıyle, onların da herhengi bir konuda istikrarlı bir şekilde yol alabilmeleri güçtür.
Hava grubundan bir kişi, her ne kadar bedene yani tabiata aşırı düşkün değilse, şartlanmalara aşırı bağlı değilse, benlikçi değilse de; buna karşılık, istikrarlı, düzenli, disiplinli bir çalışmaya giremediği için hedefe ulaşması güçtür.
Burada yetiştiricinin, her kişiye kendine özgü yapısal özelliklerine göre hangi tür mücadele gerekiyorsa onu öne geçirerek tavsiye etmesi hususu oldukça önemlidir. Çünkü her birinin öne geçirmesi ve yapması gereken çalışmalar farklıdır.
Birisi, önce tabiatı esas alan bir mücadele şekliyle daha kolay hedefe ulaşır. Bir diğeri, şartlanmaları öne alan bir çalışma şekliyle daha çabuk hedefe ulaşır. Bir diğeri vehmi benliği ortadan kaldıran Teklik görüşünü esas alarak hedefe daha kolay ulaşabilir.
Ancak, hangisi ele alınırsa alınsın, birinin ele alınması sonucu, onun hafiflemesi ile birlikte düşünülecek ikinci bir olay vardır…
Meselâ, siz şartlanmaları kaldırmak yolunu tutarsınız…
Şartlanmalar, birtakım toplumsal yasakları getirir.
Siz toplumsal yasakların şartlanmalarla oluştuğunu, karşınızdakine idrâk ettirdiğiniz zaman; eğer bu kişi tabiattan arınma yolunda bir takım idrâklara ulaşamamışsa, “etraf ne derse desin, bana vız gelir“, deyip bedenin tabii istekleri doğrultusunda yemek, içki, seks, kumar ve bedenin değişik saplantıları istikametinde bir yaşama doğru kayar.
Şartlanmaları oluşturan değişik mânâlar; yeryüzünde mevcut olan bütün şartlanmaları oluşturan mânâlar, esas itibariyle ilâhi isimlerin bileşimleri sonucu olarak meydana çıkar.
Her birimde, kendi terkibine uygun bir biçimde, çeşitl iilâhi isimler ağırlıklıdır. Ve o isimlerin oluşturduğu terkib, bir mânâyı ortaya koyar. O mânâ, ağırlığı nisbetinde şartlanmaları meydana getirir. Bu, Allah`ın “Melîkiyet” vasfının eseridir. Yani, bir diğer ifadeyle, “Esmâ Mertebesindeki” mânâların, yaşanılan âlemde ortaya çıkması şeklinde görülür.
“Nefs”, “Rubûbiyet” mertebesinde meydana gelmiş olduğundan; “Rubûbiyet“in şânında da hüküm altına girmemek yattığından, her bir birimde ortaya çıkan “nefs” bilincinin gereğini, dilediği gibi yapmayı arzu eder; yaptığı işi, sonunun kendisine yarar mı zarar mı getireceğini düşünmeden yapar.
İşte bu, “bilincin Rubûbiyet gereğince özelliklerini ortaya koymasındandır”…
Eğer “tabiat ve şartlanmalar” yönünden gerekli kadarıyla olgunlaşamamış ve arınamamışsa bilinç, bu durum o kişinin neticede büyük azaplara, ıstıraplara düşmesine yol açar.
Birisi, önce tabiatı esas alan bir mücahede şekliyle daha kolay hedefe ulaşır. Bir diğeri, şartlanmaları öne alan bir çalışma şekliyle hedefe ulaşır. Bir diğeri vehmi benliği ortadan kaldıran Teklik görüşünü esas alarak hedefe daha kolay ulaşabilir.
Bunlardan hangisi uygulanırsa uygulansın, o şıkkın ele alınması sonucu, onun hafiflemesi ile birlikte, karşımıza olayın ikinci ve üçüncü şıkları problem olarak çıkacaktır.
Sizin ona, sadece şartlanmalardan kurtulma yolunda yapacağınız bir yardım, bir çalışma, onun bu defa tabiat batağında boğulmasına yol açacaktır. Tamam, şartlanmaları attım diyecek; ondan sonra yemeye, içmeye, sekse, bedenin alışkanlıklarına tâbi hâle gelecek ve bilinç, beden bataklığında boğulup, helâk olup gidecektir. Ondan sonra da, beden batağından kolay kolay çıkması imkânı yoktur.
Eğer inandığı ve itimad edip teslim olduğu güçlü bir yetiştiricisi varsa, o, olaya müdâhale eder, yönlendirir ve kurtarabilirse kurtarır. Ama, böyle biri yoksa, o, yüzde yüz beden batağında boğulur gider.
Veya aksini düşünelim;
Tabiatla mücadele konusunda yola çıktı…
Tabiatı terk yolunda bir takım riyâzatlar yapıyor. Fakat bu riyâzatlar, bu çalışmalar bir takım açılımlar getiriyor ve idrâklar oluşturuyor. Onda oluşan bu mânâlar bu sefer kendini değerli bir varlık, bir birim olarak görmeye düşürtüyor. Yani, “Enâniyete” sürüklüyor…
Tasavvuftaki tâbiri ile, bu tabiatı terk yolunda başarılı hâlleri, enaniyete-benliğe sürükleyince, kendini yüksek mertebede bir kişi olarak hayâl ediyor.
Veya ona “Vahdet” sırrını açıyorsunuz, gerçek değerleri veriyorsunuz. Bu sefer; “Ben bu beden değilim” diyerek bedeni salıveriyor; düşüyor bedensel arzu ve isteklerin içine!. Yani, olay sürekli böyle dönüşümlü. Her an bataklığa kayışı söz konusu oluyor..
Oysa, şu gerçeği iyi anlamak icâbeder..
Okyanustaki balık için su bitmez tükenmez olarak algılanmasına rağmen, ona dünyayı kuşatan gerçeğin hava olduğunu kolay kolay anlatamazsınız!. Dünyayı kuşatan hava “hakikatı”nı ona anlattığınız zaman o sonunda bu gerçeği kabullense; ve sudan çıkarak havada yaşamak istese bu kesinlikle mümkün olmaz!..
Dünyayı kuşatan hava gerçeğine rağmen, o su içinde dünyaya gelmiştir ve yaşamına su şartlarına göre yön vermek zorundadır.. Zaman zaman suyun dışına sıçrayıp havayı gören, tanıyan bu istidat ve kâbiliyette balıklar olmasına rağmen, onlar dahi diğer su mahlûklarına örnek olamazlar..
Balık, bedeninin doğası gereği suyun şartlarına göre kendini geliştirmek zorundadır, her ne kadar hava gerçeğini bilse dahi!.
“VAHDET” hakikatı, mutlak gerçek olmasına rağmen, yalnızca bilinç boyutunda yaşanır; insan, bedeni itibariyle, yeraldığı boyutun şartları tâbidir!.
Dolayısıyla, kişinin bütün yaşamı boyunca, bedenin istek ve arzularından kendini kontrol edebilmesi, şartlanmaların ve şartlanmaların getirdiği değer yargılarının, bu değer yargılarının kendisinde oluşturacağı duyguların üstüne çıkabilmesi; daha sonra da bunlardan arınmış bir halde, varlığı oluşturan “Nefsi Küll”ün bilinciyle kendini tanıyıp hissetmesi gerekir.
Eğer bunu gerçekleştirebilirse, gerek Rubûbiyet itibariyle, gerek Melîkiyet itibariyle, gerekse Rahmâniyet itibariyle kendini tanımış olur…
“Rahman arş üzerine ıstiva etti” (20/5)
Âyeti artık onun için tecelli etmiş ve varlık âlemini her an seyreden; varlık âleminde tasarruf edebilen olmuştur.
Şimdi, bu hususu biraz daha genişletelim;
“Bilincin arınışı sonunda” dediğimiz, ya da “Nefsin tezkiyesi” diye bilinen özbilinç noktasında yani “Sâfiye Nefs” boyutunda kendini tanıyabilme durumuna işaret eden bir uyarı vardır:
“Allah`ın ahlâkı ile ahlâklanınız”!..
Bu mertebedeki bakışa İsa Aleyhisselâm da şöyle işaret etmiştir:
“Sen insan gibi düşünüyorsun, Allah gibi değil”!.
Evreni var eden Mutlak Varlığın ilmi ile algılananları değerlendirmek; anlamında kullanılan bir ifade.
Şunu hatırlayalım ki, varlık âleminde ne görüyorsak, ne algılıyorsak, ne düşünüp tahayyül ediyorsak, bütün bunların hepsi de “Allah” ismi ile işaret ettiğimiz yüce Zât`ın ilmi ve kudreti ile, ilminde, esmâsındaki mânâların açığa çıkması sûretiyle meydana gelmede…
Yani, her şey, “şey“in varlığı, isteği, iradesi dışında; evreni meydana getiren Zât`ın, ilmi ve iradesi istikametinde oluşuyor.
Bütün algılanan zıtlar aynı Tek kaynaktan meydana geldiğine göre, O Tek kaynak, bütün bu zıtların fevkindedir!.
Esasen, kâinatta, mevcûdatta “zıt” yoktur!. Çünkü, Allah`ta zıt yoktur!. “zıt” kavramı bize göredir!.
Burada farkedilmesi gerekli olan husus şudur:
Zulmet, nûr`un zıddı değil; onun açığa çıkmaması hâlinin adıdır!.
Dalâlet, hidâyetin zıddı olarak varolmayıp; hidâyetin açığa çıkmaması hâlinin adıdır.
Varlıkta asıl, Allah isimlerinin işaret ettiği mânâlardır.. Bu isimlerin işaret ettiği mânâların ise zıtları varolmayıp, esas olarak bilinen ismin mânâsının açığa çıkmaması dolayısıyla algılanan o durum “zıt” diye düşünülür.
Yani, asıl olan isimlerin özelliklerinin algılayıcıya yeterli oranda açığa çıkmaması hâli, o ismin mânâsının zıddı olarak kabul edilir.
Meselâ varlıkta asıl Nur`dur.. Nur`un algılayıcıya göre yeterli oranda açığa çıkmaması hâlinde, içinde bulunulan durum o birime göre zulmet olarak nitelendirilir.
Zıd olarak kabul edilip de, Allah isimleri içinde yer almayan her mânâ, asâleten var olmayıp; asla göre, izâfeten var kabul edilen mânâlardır. Çünkü varlıkta var olan yapılar, varlıklarını Allah isimlerinden, yani Allah`tan alırlar ki, Allah zıt kavramlar içinde olmaktan münezzehtir!
Esmâsı yönünden;
“Allah âlemlerin Rabbı`dır”..
Fakat;
“Allah âlemlerden Ganî`dir”!.
Allah âlemlerin hem Rabbıdır ve hem de Allah âlemlerden Ganî`dir!.
Hiç bir zaman bu iki ana düsturu, prensibi unutmayacağız ve bu iki prensibe gâfil olmayacağız…
Eğer, “Allah âlemlerden Ganî`dir” kavramı ağır basarsa, “Tenzih” ağırlıklı olarak, âlemlerden ötede bir “TANRI” anlayışına kayma ihtimali doğar. Bundan dolayı da da şirk oluşur!.
Dolayısıyla,
“Âlemlerin Rabbı`dır ALLAH”!…
Ve,
“Âlemlerden Ganî`dir”
istikametinde hem tüm mânâları ve bu mânâların fiile dönüşüş hâllerini Allah`a bağlayacağız… Hem de Allah`ın bu mânâlarla kayıt altına girmekten münezzeh olduğunu vurgulayacağız..
Yani aynı anda aynı şekilde geçerli olan iki gerçekten birinde saplanıp kalmayacağız!.
Bu Allah`a ait bir realite!.
Ve…
Varlıkta da O`nun varlığı dışında bir “şey” mevcut olmadığına göre, bu senin “Nefs“ine ait olan bir realite!.
Senin gerçekte, “Sâfiye” asıllı olan ve o düzeyde olması gereken “nefs”inin bilinci ne zaman ki bu vasıflarla vasıflanmaktan örtülüyor; ve sen belli kayıtlar altına giriyorsun, işte o anda sen vehmi, zanni benlikle son derece sıradan “koza içi” bir yaşama girdin demektir!..
Bu girişin tabii sonucu olarak da ister istemez çevresel şartlanmalar senin üzerinde etkisini gösterecektir…
“Saf” olması gereken bilinç kendi öz değerlerinden örtülü olduğu zaman çevresel şartlanmaların kaydı ve hükmü altına girer.
Ana baba şartlanmasından, okul şartlanmasından, bulunduğu topluluğun şartlanmasından, çeşitli TV ve basın yayın organlarının şartlanmasından aşama aşama, sayısız şartlanmaların içine girer.
Ve, bu şartlanmaların içine girdiği andan itibaren de artık bütün davranışları, o şartlanmalar istikametinde kendisinden ortaya çıkar…
Toplum veya yakın çevresi kendisine neyi değerli olarak empoze etmişse, öyle şartlandırıldığı için değerli kabul ettiği şeyin peşinde koşar.
Yalnız, burada önemli bir hususu daha vurguluyalım;
Meselâ, o kişi ateş karakterli bir burcun karekteristiğine sahip ise, o özellikleri doğrultusunda o şartlanmaları değerlendirir. Veya toprak özellikleri ağırlıklı bir burcun karakteristiğine sahipse, şartlanmaları o toprak karekterli vasıflara göre değerlendirir. Veya su yapılı ise onun karekteristiğine ve davranışlara doğru yönelir…
Şartlanmalar kişinin isimler terkibi doğrultusunda onu etkiler. Şartlanmalar, kişide belli değer yargılarını meydana getirir.
Şöyle düşünün bu olayı…
Siz çevreniz tarafından bir şey hakkında, “bu değerlidir” diye şartlandırılmışsınız. Böyle şartlandırıldığınız sırada sizin gerçek kişiliğiniz, gerçek benliğiniz ortaya çıkmamış; henüz gelişmemiş durumdasınız. Bir zeki mahlûk halinde yaşıyorsunuz… Çevren de sana, “bu değerlidir, bunu al; sana bu lâzım, sen şuna lâyıksın, sen şöylesin, sen böylesin” diyor. Sen de bu şartlanmalara tâbi bir birim olarak, onu ele geçirmek istiyorsun!.
Benlik, dilediğini yapıyor!.
Nasıl yapıyor?.
Hangi istikamette şartlandırılırsa onu ele geçirmek için yapıyor.
Bu yüzdendir ki sen, onu ele geçirmek için mücadele veriyorsun. Bu mücadeleyi verirken, şartlanmanın getirdiği değer yargıları ile mücadeleyi verirken, bu defa, onu elde edip edememe hâl sende duyguları meydana getiriyor.
Eğer o şeyi ele geçirirsen bu, sende sevinç dediğimiz duyguyu meydana getiriyor.
Yok, o nesneyi elde edemezsen, şartlandırıldığın, o nesneyi ele geçiremezsen, bu defa sende “üzüntü” dediğimiz duygu meydana geliyor. Ya da, şuna sahip ol, telkini doğrultusunda sen o şeye sahip oldun… Sonra da o şeyi senin elinden alıyorlar.
Oysa, sende bir sahiplik düşüncesi oluşmuştu daha önceden!. Sahiplik düşüncene karşılık o şey de senin elinden alındı mı? alındı!.. Senin için ıstırap ve azap başladı işte!.
Yani, duygularının kökeninde senin değer yargıların yatıyor!.
Duygularını oluşturan veya körükleyen değer yargılarını meydana getiren faktör de, şartlanmaların!
Bilincin, bu şartlanmalar denizinde bir o yandan gelen dalgalarla öbür yana gidiyor… Bir öbür yandan gelen dalgalarla bu yana gidiyor!.
Ve sen, sürekli olarak şunu elde edeyim, şunu elde etmeyeyim, şuna yaklaşayım, şunu kaçırmayayım, şunu kapayım derken, bir ömür böylece geçip gidiyor. Her şey yitiriliveriyor!.
Dolayısıyle de ölüm ötesi yaşama hiç bir hazırlık yapmadan geçiyorsun ömrünü; ve burada elde edemediğin şeyi de orada elde etme imkânın olmadığı için, artık şu dünyadaki geçici zevkler uğruna bütün ebedi hayatını yitirmiş oluyorsun!.
Gitti ebedi hayat!…
Bu yüzden diyor ki O Zât, bu dünyada insana verilecek en büyük nimet, kişiye ölüm ötesi yaşam yolunda yardımcı olabilecek bir hayat arkadaşıdır.
Eğer kişinin eşi ölüm ötesi yaşama inanmıyorsa, o yolda eşine yardım edecek biri değilse, o kişi zaten baştan çok büyük belâlara düçar olmuş demektir.
Yukarıda anlattıklarımız şartlanmalarla ilgili yönler…
İkinci olarak tabiat ile ilgili yönler.
Ne dedik?..
Tabiat, bedenin kimyasal yapısının veya biyolojik yapısının oluşturduğu dürtülerdir. Bu dürtüler bir delide de vardır, bir akıllıda da… Yani, akılla bağlantılı değildir. Vücudun kimyasının oluşturduğu bir takım özelliklerdir.
Yiyeceksin, içeceksin, vücudun belli bir enerji girdisine ihtiyaç duyduğu için, bunları isteyecektir. Ancak bu istekler dahi esasen vücudun biokimyası ile alakalıdır. Zaman zaman tuzlu şeyler yemek istersin, zaman zaman tatlı şeyler yemek istersin.
Vücuttaki tuz eksikliği, sodyum potasyum eksikliği seni bu tür şeylere iter. Vücuttaki karbonhidrat eksikliği seni tatlıya sevk eder. Sen ona tatlı adını veririsin. Bütün bu yediğin içtiğin şeyler, aldığın gıdalar bünyede bioelektriğe çevrilirken, hormonal sistemle kanı, beyini etkiler.
Bu arada da artık enerji, bu üretimden artan enerji, seks hormonlarını etkileyerek, vücutta cinsel istekleri ve arzuları oluşturur. Ve, bu istek ve arzular istikametinde kendisine gereken zevkleri verecek ortamı, şartları hazırlamaya çalışır.
Yani, gerek yeme içme, ve gerekse bunlara kolay bir ortam sağlayacak olan uyku dediğimiz dönem tümüyle vücudun biokimyasının oluşturduğu bir düzendir.
Sen eğer kendini bu beden olarak kabullenirsen, bu beden olarak kabullenişinin neticesinde en iyiyi yemeyi, en iyiyi içmeyi, en iyi şekilde seks yapmayı ve bunları en çok, en güzel şekilde sürdürmeyi istersin…
Bunları her yapışının arkasından, bunu hazmeden vücudun biokimyası daha güçlü olarak seni tekrar o şekle hazırlar.
Dolayısıyla yemenin, içmenin ve seksin sonu gelmez uzun bir dönem; velev ki bünyede bir hastalık olsun. Bünyede bir hastalık olacak ki bu hastalığın getirdiği araz, hızı kessin!.
İşte, senin kendini, bu beden olarak kabullenmenin getirdiği engellemelerden en önde geleni, senin gerçek Benliğine dönük bilincini bulamaman belâsıdır.
Oysa, pasta, börek baklava gibi en güzel şeylerle karın doyurabildiğin gibi bunun çok daha azıyla da karnını doyurup, vücudun enerjisini sağlayabilirsin.İcâbında bir soğan ekmek yiyen çoban, senin gibi on çeşit yemek yiyenden çok daha sağlıklı olabiliyor. Bunu görebiliyoruz. İllâ sağlıklı olabilmek için on çeşit çok güzel zevklerle yaşamak gerekli değil.
İcabında hiç seks yapmadan yaşayan insanlar da var!. İster kadın ister erkek olsun bunun yanısıra bedendekl başka arzu ve isteklere kendini tâbi kılmadan yaşayan nice insanlar var.
Bunların hepsini terk et, demiyorum!.
Demek istediğim şu;
Bunların kaydında olarak yaşama!.. Bunlar yaşamını yönetmesin!. Ki kendini bunlardan kurtarabilesin.
Bunların her hangi birini bıraktığın veya geçici bir süre bunlardan uzaklaştığın zaman kendine hâkim olabiliyorsan; bilincinle bedenine kumanda edip onun istek ve arzularını kontrol altına alabiliyorsan, gâye hasıl olmuş demektir.
Ondan sonraki aşama artık kendini Evrensel değerler düzeyine yükseltmektir. Evrensel değerler düzeyine yükseltmek dediğimiz şey, Saflaşmış Bilince doğru bir yolculuktur.
Bu anlattıklarımı öğrenmek, bilmek, işin ders yanı, felsefe yanıdır. Fakat hiç bir felsefeci bunları bilmekle saflaşmış bilince ulaşamaz!.
Çünkü saflaşmış Bilince ulaşabilmenin yolu, bunları bilmekten değil; bu bildiklerini bilfiil, tatbik edip yaşamaktan geçer!.
Ben bunları biliyorum diyorsun!… Güzel… Peki bu bildiklerini tatbik edebiliyor musun?…
Belli istek ve arzuları sınırlayıp, kısıtlayıp, bu bedene hükmedip, bu bedenin tabiatına, arzularına karşı çıkabiliyor musun?… Bunları kontrol altına alabiliyor musun?…
Sen, daha bir sigaradan vaz geçemiyorsan; bedenin bir alışkanlığı olan, bedenin biokimyasına bağlı bir özellik olan sigara alışkanlığından vazgeçemiyorsan; senin, “ben bu yolda çalışma yapıyorum ve nefsi sâfiyeye doğru yaklaşıyorum, ulaşmak çalışmaları içindeyim, tasavvuftayım”!.. deyip kendini aldatmaya hakkın var mı?.
“Var” dersen bil ki yalnızca kendini aldatıyorsun!. Bana hiçbir zararın olmaz; ama sen kendine yazık ediyorsun!.
Bu yolda hiçbir çalışma yapmıyor, mücadele etmiyorsun!… Günün, saatlerin, zamanın, bilincinin bedene tâbi olması hâliyle tükeniyor!. Oysa sen kendini arınma çalışmaları içinde sanıyorsun!
İster şartlanmalar yolunda bir takım kayıtların, bağların olsun; ister tabiat özellikleri içinde bir takım bağların, alışkanlıkların, kayıtların olsun; veya bilincinin arınmamış hâli olan, kendini bu birimsel varlık olarak hissetme ve yaşama hâlinde ol!..
Her hâlükarda bilincinin arınışı senin için gerçekleşmemiştir!… Ve, böyle devam ettiği sürece de, bu arınma olmadan dünyadan geçer gidersin…
Bu yolda çeşitli bâdireler ve çeşitli vesveseler söz konusudur…
Meselâ, bir cümle söyleyeyim :
“Şirki görmek, şirktendir ve şirktir”!.
Gerçeği itibariyle cümle doğrudur!.
Şirk içinde olmayan, zaten “şirk” diye bir olay görmez!.
“Tevhid” gerçekleştiği anda “şirk” diye bir şey kalmaz. Dolayısıyla, ne şirk vardır, ne müşrik, ne de şerik!.
Ama sen, “şirk yoktur, müşrik yoktur, varlık Tek`tir” dediğin anda bunun neticesi olarak bu bedene dönük bir takım istek ve arzulara yönelik davranışlara girdiğin takdirde, kendini bu beden kabul etmenin getireceği birimsellik kavramı içinde boğulup gidersin.
Geçmişte, “Bu yolda nîce başlar kesilir hiç soran olmaz!.” sözünün söylenmesinin sebebi budur.
* * *