Mülhime Nefs

  • “Nefs-i Mülhime”… Üçüncü derecesi, kişinin, kendinin bu beden olmadığı, bu bedenin ötesinde, ilâhi varlıkla kâim varlık olduğunu hissedişi, bunu ilham yollu alışı ve bu ilhamı değerlendirişi neticesindeki bir yaşam…İlham alan “nefs”, hakikatı ilham yollu algılayıp, değerlendirebilen bilinç anlamına, “Mülhime Nefs“…

  • Kendini beden kabul eden insan tamamiyle bedene ait tatmin ve zevkler doğrultusunda yaşar ki, bilinç bu düzeydeki düşünceleri itibariyle “emmare nefs” adını alır…

    Bilinç, kendinin beden olmayıp, bedenden sonra da yaşamı devam edecek madde ötesi bir varlık olduğunu farkettiği zaman; gerek kendi özünü, hakikatını tanıma yolundan alıkoyan davranışları, günahları, gerekse de düşünceleri dolayısıyla pişmanlıklar içine girer; yani arapçasıyla kendisine “levm” eder… Bu yüzden de “levvame nefs” adını alır… Bu anlayış içinde olan kişiye, abid, zahid, derviş gibi isimler verilir…

    Bu pişmanlığın sonucunda kendi hakikatını araştıran bilinç, yaptığı çalışmalar ve aldığı ilhamlarla da farkeder ki, evrende varolan her şeyin aslı ve hakikatı “TEK“tir!.. Her şeyi vareden varlık her şeyiyle “TEK“tir ve “O”ndan gayrı da mevcut değildir!.

    Öyle ise yine farkeder ki, “ben” dediği zaman işaret ettiği varlık eskiden beri zannedegeldiği kendisi değil, herşeyin hakikatı olan “O”dur!…

    NEFS, bu noktadan çıkışla ve aldığı ilhamlarla, çok değişik tesbitlere erer ki; ilhamlar alan anlamına “mülhime nefs” diye isimlenir… Bu kişiye de “arif” denilir..

  • Levvâme, başlı başına bir grup, Mülhime başlı başına bir grup, Mutmainne ise, Râdiye`yi de içine alan bir gruptur…

  • “Ârif”in iyi bir mertebesi vardır; ama, yine de, elde edemedikleri elde ettiklerinin yanında hesaba gelmez!..

    Her yerde ve şeyde Hak`kı görmesine rağmen; bir Hak vardır, bir de kendisi. Nazarında çok Tek’e dönüşmüştür ama; bir O Tek vardır, bir de kendisi!.. Çokluktan çıkmış, çiftliğe girmiştir!..

    Hâlâ nazarında bir “O” vardır, bir de “O“nu tesbit eden kendisi!… Yani, diğer bir deyişle “şirki hafî” veya açık deyimiyle “gizli şirk” devam etmektedir.

    Bu hâl “mülhime” nefs mertebesinin hâlidir.

    Burada bahsedilen “Ârif”tir; “Ârif-i billah” değildir.

  • Nefsin mertebeleri diye biliriz yedi mertebeyi…

    Emmare, Levvame, Mülhime, Mutmaine, Radiye, Mardiye ve Safiye!.

    Bu konuyu “KENDİNİ TANI” kitabında da detaylı anlatmıştık…

    Nefs kelimesiyle anlatılmak istenen esas itibariyle bilinçtir.

    Bilinç ilk oluştuğunda, veri tabanının getirisi sonucu, kendini beden olarak kabullendiği için, bedeninin tüm isteklerini kendi istekleri olarak benimser; tamamen bedenselliğe dönük ihtiyaç ve zevklere dönük yaşar. Bundan dolayı da “emmare nefs” olarak tanımlanır. Yani bilincin, kendini beden olarak kabulü söz konusudur bu anlayış düzeyinde.

    Kendini beden olarak kabullenen ancak bedenin kullanılmaz hâle gelmesiyle yaşamın son bulmayıp bir şekilde devam edeceğini, dünyada yaptıklarının sonucunu bu yeni yaşam boyutunda göreceğini düşünerek, geleceğe dönük olarak yaptığı yanlışlardan pişmanlık duyması levm etmesi olarak nitelendirilir.

    Görüldüğü üzere her iki mertebedeki nefs yani bilinç hâli de bedene dönük ve bedenle alakalıdır. Yani “arz” ile!…. Bilinç henüz “semâ”sının farkında değildir!.

    Dünyası arzdır!… Bedendir! Sevinci üzüntüsü kavgası hep arzı yani bedeni ile alâkalıdır!

    Bilinci, kendisinin beden olmadığını, evrensel tekilliğin bir yansıtıcısı veya evrensel tekilliğin özelliğini kapasitesince açığa çıkartıcısı olduğunu fark ederse; bu farkediş ilham yollu olacağı için tanımlama bâbında “mülhime nefs” denir, “ilham alan” anlamına.

  • “Kurb”un yolu benliğin kurban edilmesinden geçer. Benliğini kurban edemeyen ârif olarak yaşamına devam eder, mülhime nefs bilinciyle.
  • İblis kendisindeki doğruya göre, Adem’i yanlışa sürüklemiştir. “Sen Esmâ hakikatinden oluşmuş, sınır ve kayda girmeyen varlıksın, dilediğini yapmalısın. Yasak ağaca dokunmazsan yani bedenselliğinin gereğini yaşamazsan, sınırlanmayı, kaydı kabul etmiş ve böylece de hakikatini inkâra giderek, ölümsüzlük boyutunu yaşamaktan mahrum kalanlardan olmuş olursun” fikrini oluşturmuştur. Böylece hakikatinin sınırsızlığını yaşamak uğruna Adem ismiyle sembolize edilen mülhime nefs bilincindeki insan, bedensellik, “emmâre” gayyasına düşerek, beden şartlarıyla kayıtlı sınırlı varlık hâline dönüşmüş; “şuur” boyutundaki müşahede ve yaşamdan perdelenmiştir! Hakikatini unutma noktasına kadar uzanmıştır! İşte bu noktada Hakikatin dillenişi olan hatırlatıcıyı -zikri- getiren Rasûller açığa çıkmış ve “insan”a “şuur” olan hakiki varlığına iman etmesini teklif etmiştir.

  • Bilinçte açığa çıkan hakikat bilgisi sonucu, kişinin “Hak” olduğunu dillendirmesi her ne kadar mahiyeti itibarıyla doğruysa da; sonuçta kendisini meydana getiren, sonsuz sınırsız “Esmâ özelliklerinden” yalnızca bir yansıma olan “bileşimsel” özelliktir! Açığa çıkan her şey, “bileşimsel” Esmâ özelliğidir! Dolayısıyla da, mahiyeti itibarıyla ne kadar “Hak” olursa da, varlığı “Allâh”tan ise de, “Rabb-ül âlemîn” yani sonsuz sınırsız Esmâ mânâlarının kaynağı ve âlemlerde açığa çıkaranı değildir! Açığa çıkanların “Rabbi” konumunda olması asla söz konusu olamaz! İşte Firavun bu konuda kozalı yani gâfil olduğu için başına gelenleri yaşamıştır. Bu olay hakikati yaşama yolcularının başına gelen “mülhime nefs – bilinç” girdabıdır! Bunun sonucunda kişi hakikate bir adım kalana kadar yaklaşmışken, İblis’in Adem’e yapmış olduğu Sınırlanma! Dilediğini yap ki, sınırsız olasın! fikrine – şeytanına kapılarak nefs-i emmâreye yani bedensellik gayyasına düşmesine yol açar. İşte bu yüzden Kur’ân-ı Kerîm değişik yönleriyle, Musa – Firavun olayı üstünde durmuştur.

  • “AZAZİL” denen, surete bürünmüş yeryüzü meleklerini de algılayan “mülhime nefs” mertebesinde olan cin; daha sonra vahiy yollu insanın özündeki yüceliğe secde eden meleklere uymadı ve secde etmedi!…

    Bunun esas sebebi de meleklere vahyolan hakikatin kendisine vahyolmamasıydı!…

    “Azazil” esas itibariyle, tasavvuftaki MÜLHİME NEFS” mertebesinin irfanına; yani “ilm-el yakîn” mertebesinde “TEK“lik bilgisine sahipti!… Bu yüzden de diğer bütün cinlerin önderi durumundaydı!…

  • “Buyurdu:

    -BİRBİRİNİZE DÜŞMAN OLARAK İNİN !….” (7-24)

    âyetinin yorumunda, en büyük yorumculardan Fahreddin Razi şöyle der:

    “Adı geçenler: Adem, eşi ve iblis`tir.. `İniniz` sözü, bu üçünü de kapsar..

    `Birbirinize düşmansınız` sözü, CİNLERLE İNSANLAR arasında düşmanlığın kökleştiğini, bunun hiç kalkmıyacağını ifade eder.”

    Gelelim bu âyetlerdeki işaretlerden bazı anladıklarımıza:

    ORADAN iN” diye işaret edilen mahâl “MÜLHİME NEFS” mertebesidir!…

    Çünkü “mülhime nefs” mertebesi “TEK”liği biliş mertebesi; yani “ilm-el yakîn” halidir; ki, orada birimsel “BEN“liğe, yani “tekebbür“e, yani büyüklenmeğe asla yer yoktur!…

    Çünkü “TEK”lik anlayışında birimsel mânâda “ben”liğe yer yoktur… Bu anlayış bir alt basamak olan “levvame” mertebesinde olabilir…

    “Mülhime nefs”(1) ilhamlarının idrakında tüm varlık “TEK”tir, ve dolayısıyla secde edilen varlık da “TEK”tir!…

    Şayet secdeden kaçınırsan, Adem`e değil, “TEK”e secdeden kaçınmış olursun!… O takdirde de orada, yani “mülhime nefs” mertebesinde kalamazsın!. ALLAH`tan ayrı varlıklar görme mertebeleri olan “levvame” veya “emmare” basamaklarına inmen icabeder!.

  • CİNLERİN de sahip oldukları “mülhime irfanı”; aynen “mülhime”den “emmare”ye dönmüş kişilerin hakikate dair irfanının bir süre sonra kayboluşu gibi, cehennem ortamında yok olup gidecektir

  • “Ârif-i Billah” ile “Ârif” arasındaki fark, şu odadaki toz tanesi ile Everest dağı arasındaki fark gibidir!..

    Birisi “ALLAH”ın izhar ettiği mârifet“; diğeri ise “kulun “ALLAH”a olan irfanı“… Hadde hesaba, kıyasa gelmez bir olay!.

    Nefsin mertebelerinde 3. mertebedeki “Mülhime“nin hâsılıdır “MÂRİFET“; nefsin mertebelerinden 6. mertebedeki “Mardıye“nin sonucudur “Maarifi Billah“!…

    Büyük kutuplar yani “Kırklar” ve üstündekiler “Ârif-i Billah” hükmündedir… “Ârif-i Billah” olanlar her şeyin sırrını bilirler. Neyle? Kendilerindeki ilmi ilâhi ile!

  • Havas“ın orucu, varlıkta mutlak tasarruf sahibi olan Hak`kı farketmek ve kavramak suretiyle; “Allah” dışında bir varlık, “Allah”ın tasarrufu dışında tasarruf görmekten “imsak”tır.

    O “Oruc”lu kişi, senden bir fiil gördüğünde bu fiili senden bilirse, onun orucu bozulmuştur!. Ama bu havas için geçerli, bizim için değil. Bizimle alâkası yok bu olayın. Ebrâr denilen ve Havas durumunda olan Allah`a ermeyi dileyen, nefsi mülhime, nefsi mutmainne durumunda olanlarla ilgili bir olay..

  • Tasavvufun en büyük girdapları burada başlar!.

    Yani, “Mülhime Nefs” bilinci seviyesinde!..

    “Mülhime Nefs” bilinci, tasavvufta en problemli bölümdür!.

    Halkın “evliyadan” sandığı kişilerin yüzde 99`u, henüz “mutmainne”ye adım atmamış ve dolayısıyla gerçekte “velâyet” mertebesini kazanmamış olan “mülhime” ehli olan “ârif“lerdir!.

  • Mümkün olduğu kadar az yemek, az içmek, az uyumak, mümkün olduğu kadar sekse hakim olmak veya belli bir süre için kaldırmak, maddeye dönük istek ve arzuları terketmek… Tâ ki, kendisinin hakikatı gereği bakış açısı meleke olarak yerleşsin…

    Nefs, bu hakikatı meleke olarak yaşamaya başlayıp tatmin olduğu zaman. “Nefs-i Mutmainne” adını alır… Velâyetin ilk basamağı, girişidir Nefs-i Mutmainne bilincindeki idrâk ve yaşam…

    Nefs-i Mutmainne hâlini yaşayan ne kendinde, ne de çevrede Hak`kın varlığından başka bir şey görmez!. Var olan sadece, Hak`tır! Hak`kın dışında da hiç bir şey yoktur, der…

    Bu noktayı geçtikten sonra tekrar Mülhime`ye dönüş, Mülhime batağına saplanma olayı yoktur…

    Kişi, Emmare`de iken Levvame`ye geçer… Kâh Levvame halini yaşar.. Kâh Emmâre`ye düşer bedenin istek ve arzularına tabi hâle gelir.

    Yani, Emmâre ile Levvame arasında gidiş geliş vardır.

    Çalışmalarına devam eden kişi Levvame`den sonra, Mülhime`ye geçer..

  • Nefs, kendini beden kabul ettiği için, yemeğe-içmeğe, maddî zevklere dönük bir yaşam içine girer!.

    Oysa Nefs`in, kendi benliğini, hakikatını anlayıp idrâk edebilmesi için, bunları kontrol altına alması lâzım!. Bununla birlikte, bir de yapılan ibadetler, namaz, zikir, oruç vs. gibi çalışmalarla, ruhânî kuvvetleri gelişir ve buna bağlı olarak Nefs`ini tanıma imkânları da artar.

    Eğer kişi, ruhânî kuvvetlerini geliştirme yolunu tutmuş; ilimle, gerçeği itibariyle Nefs`ini tanımış, Mülhime`ye geçmiş ise ne alâ…

    Ancak, Levvame`yi geçti, Mülhime bilgilerini edindi, fakat Nefs`ini arındırma mücadelesine girmedi ise…

    Nefs, bilincini arındırma mücadelesine girmediği için tabiat hükmünden kendini kurtaramadı!…İşte burada bazı tehlikeler ve enteresan olaylar söz konusu.

  • “Mülhime”de Fenâ-i ef`al ve sonucu olarak “tevhid-i ef`âl”; Fenâ-i esmâ ve sonucu olarak “Tevhid-i esmâ; Fenâ-i sıfat ve ertesinde de “tevhid-i sıfat” yaşanılır…

  • Mülhime`de bilinç Nefs-i Küll olduğunu anlar, fark eder… Ancak bu kemâlin tahakkuku Mardiye nefs bilincindedir.

  • “İlmel Yakîn“, “Mutmainne“de hâsıl olur. “Mülhime”deki, “hissî müşahededir“; “yakîn” değildir. “Mülhime”deki, “İlmel Yakîn“in gölgesidir. Bilgi yollu belli şeyleri hissediştir…

  • Mârifet, ikiye ayrılır:

    Birinci Mârifet, “Mülhime”de hâsıl olur.

    Belli riyâzatlar ve tabiatla mücadeleler sonucunda, kişide belli mârifetler oluşur. Bu mârifetler belli kevnî -madde boyutuna ait- kerâmetleri de doğurur!. Bunlara “ârif” denilir!. Bunlar daha “velî” değildirler!.

    İlmî kerâmetler ise ikinci mârifet mertebesi olan “Mârifetullah” sahibi “mardiye nefs” bilincine erişmiş evliyaullah hazerâtına aittir… Bununla karıştırılmaya!

    Burada, henüz “benlik” kavramı vardır bilinçte!. Ancak yoğun riyâzet dolayısıyla beyinde belli bir hassasiyet meydana gelmiştir. Ve bu hassasiyet ile belli olağan üstü fiilleri ortaya koyar.

    Bu, Allah`a yöneliş sırasında oluşan bir mârifet`dir. Ve, bu düzeydeki kişiye “Ârif” derler… Yani, işin hakikatına ârif olmuş belli bir “mârifet” sahibidir. Bu, daha sonra “Mutmainne“de, “hakikat“e döner…

    “Mârifet“den sonra, “Mutmainne“de ve “Râdiye“de “hakikat” yaşanır. Bu “hakikat” sonrasında “Mardiye”ye yükselirse, o zaman “Mârifet-i Billah” meydana gelir. Yani, “Allah`ın indinden ihsan ettiği ilimle” bilme hâli ki, o takdirde bu kişiye “Ârif-i Billah” derler…

    Mülhime mertebesindeki mârifet sahibi “ârif“dir.

    “Mardiye” makamında hâsıl olan ikinci mârifetin sahibine “Ârif-i Billah” derler.

    Yani, varlığındaki Allah`ın ilmi ile her şeye ârif olan Zât demektir “Ârif-i Billah”!… Bu, “Hakikat”ten sonra gelen Mârifet-i Billah`tır

    İşte, bazılarının, “Şeriât-Tarikat- Mâ`rifet -Hakikat” demeleri, bazılarının da, “Şeriât-Tarikat- Hakikat –Mâ`rifet” demelerinin nedeni, bu farka dayanır.

    “Hakikat“den sonra “Mâ`rifet” diyenler, “Mardiye“deki “Mârifetullah”dan söz ediyorlar. “Mâ`rifet”ten sonra “Hakikat”, diyenler ise Mülhimede yaşanılan irfândan söz ediyorlar.

    “Levvâme“deki, “Tarikat”dır…

    Mülhime“de, “Mârifet” hasıl olur…

    Bu “Mârifet” neticesinde de, şayet takdirinde varsa “Mutmainne” ve “Râdiye”de, “Hakikat”e vâsıl olunur…

    Burada sözkonusu olan “hakikat“, bu kelimenin işaret ettiği somut olayın “mecâzı“dır.. “İlmi“dir!..

    Bu mecâzla işaret edilen somut olayın gerçeği mutlak “hakikat“ın yaşamı ise, yalnızca “mardiye nefs” bilincinin eriştiği mertebede, “Hakk-el Yakîn” sonucu yaşanır, “fetih” sahiplerince!..

    Yüksek dereceli evliyaullaha göre, “Mülhime“deki “Mârifet” dikkate bile alınmaz!. Onlara göre o, önemli bir şey değildir!..

    Tarikat devresi olan “levvâme” ve “mülhimeidrâkından ve yaşantısından sonra; buralardaki sayısız vartalardan kurtulup lutfu ilâhi ile “Mutmainne“ye geçilirse, böylece “Hakikat” hâsıl olur!.

    Marifet devresi olan “Mülhime” bilincindeki ârifte, bu idrâktan sonra “tarikat” kavramı kalmaz!. “Şeyh” kavramı kalmaz!..

    Eğer hâlâ o kişide bu kavramlar varsa, o zaten “mârifet“e ermemiş, “ârif” olmamış; çokluk kavramından geçip “TEK”lik müşahedesine ulaşamamış; benlik kavgası içinde, menfaatleri uğrunda savaş verip, tasavvufun da hoş sohbetleriyle vaktini değerlendiren “dervişân” sınıfındandır!

    Yunus Emre kırk yıl hizmetten sonra “Mülhime“de kemâle ulaşınca, Taptuk tarafından yanından uzaklaştırılarak, “mutmainne“ye geçmesi için önü açılmıştır!. Hiç bir ârif, şeyhinin yanında “mülhime“nin kemâlini yaşayamaz; bu yüzden de “mutmainne” bilinç mertebesi kendisine açılamaz!

    “Vahdet-i Vücûd“un bilgisi “mülhime“de; kemâl hâliyle yaşamı ise “mutmainne“de oluşur!.. Elbette bu müşahede de “tarikat” kavramlarına yer kalmaz!

  • “Edeb”sizlik, özellikle “Mülhime“de başlar. Her ne kadar “Levvame“de kısmen varsa da edebsizlik hâli; edebe riayet etmeme hâli, özellikle Mülhimede oluşur..

  • “Peki ben neyim?… Ben kimim?…”

    Bu araştırma tefekkür yollu olabilir, ilham yollu olabilir. Kişinin kendine özgü bir hâl.. Fakat her halükârda Nefsin-bilincin arınması için üç şeyden kurtulması gerekir;

    1-Vehmi benlik kavramından,

    2-Tabiatın kaydından,

    3-Şartlanmalar, şartlanmaların oluşturduğu değer yargıları ve bu değer yargılarının getirdiği duygulardan.

    Burada en önemli şey şudur;

    Bu vadiye giren insanların binde biri dahi “Mülhime nefs” bilincinde oluşan vartalardan kendini kurtaramaz… Eğer bu işi iyi bilen birisi yanında yoksa, akıl danışacağı, ehil bir zât tanımıyorsa, binde dokuzyüz doksandokuzu burada boğulur, gider…

  • Kıyâmet alâmetleri, kişinin seyri sülûkta “MÜLHİME NEFS” bilinci devresinde bâtınen oluşur…

    Önce Mehdî`si çıkar ve gerçeği farkettirir; sonra da aldığı ilmin imtihanı olarak “Deccaliyani “benim dışında ayrıca bir tanrı yoktur dolayısıyla ben dilediğimi yapar, her türlü bedensel zevklerle dilediğim gibi yaşarım bilinci” ortaya çıkar!. “Ben, Hak`kım” der!.

    Yani, kişi Nefsi yönünden Rabbını bilir ve tanır. Daha doğrusu, Rubûbiyet mertebesinin “Nefs” adı altındaki zuhûrunu idrak eder. Bunu müşahede ettiği zamanda Nefs, “Mâdemki ben Rabbım, dilediğimi yaparım.” düşüncesine kapılır!.

    “Mâdemki Hak benim!.. Benim dışımda bir Tanrı yok, öyleyse Hak dilediğini yapar” der; bedensel istek ve arzular doğrultusunda yaşamaya başlayıp, sigaraya başlar, içkiye başlar; zinayı mübah görür; kumar oynar ve tüm mânevî değerlere boşverir!…işte bu, Deccal`a tâbi olup O`nun yalancı cennetine girmek, diye tanımlanır ehli kemâl tarafından tasavvufta!

    Bu haliyle Nefs, eğer tabiat ve şartlanmalarından tam hakkıyla arınamamışsa; kendini gerçek boyutlarıyla tanıyamamışsa; kendini bu beden olarak tanıma halindan arınamamışsa; diğer bir anlatım ile, Bilinç tam bir arınışa tabi olmamışsa; kişinin kendini bu beden olarak kabul etmesinin ve “Hak”lığı bedenine vermesinin neticesinde tamamen tabii-bedeni zevklere düşer!. “

    MÜLHİME” bilincinin zirvesinden “EMMARE” batağına saplanarak boğulur gider!.

  • Mülhime nefs” bilincinde karşılaşılan bu vartalar son derece önemli olduğu için sık sık bu konu üzerinde duruyorum

    Sayısız insan, Teklik temasının getirdiği anlayış içinde, tabiatla mücadele dediğimiz olayı terketmek yüzünden, beden kabulüne dayanan fiiller içinde boğulmuştur…

    Teklik anlayışı, kesin kez, yaşam boyunca tabiatla mücadele ile birlikte sürdürülecek bir olaydır!.

    Bu yüzdendir ki Rasûlullah eriştiği dereceye rağmen yoğun ibadete vermiş kendini!… Tabiatla mücadele yolunda yoğun çalışmalar yapmış…

    Şimdi, bilgi veya ilham yollu gelen düşünceler vehimle karışınca iltibasa -ikileme- düşersin; senin içinde vesvese uyanır, dersin ki :

    “Benim varlığım Hakkın varlığıdır!. Hakkın varlığı dışında da bir varlık yoktur!. Öyleyse, tabiat diye bir şey de yoktur… Dolayısıyla, “tabiatla mücadele” de bu idrâktan sonra sözkonusu olmaz!

    Ben zaten tabiatla mücadele etmeye kalktığım zaman; Teklik görüşünün içinde olmama rağmen tabiatla mücadeleye kalktığım takdirde kendimi bu beden kabul etmiş olurum!. Ben, kendimi bu beden kabul edip, onu kontrol altına almak için tabiatla mücadeleye girdiğim takdirde şirke düşmüş olurum…”!!!…

    Bu anlattığım olay çok hassas bir olaydır!. Ve “mutmainne nefs” bilincine yaklaşmış, evliyalık derecesine yaklaşmış, “veli” olacak kâbiliyette bir çok insan, buradan geri dönmüş; “mülhime irfanı”yla dönmüş olduğu “emmare” batağında boğulmuştur!.

  • Belki şöyle diyeceksin:

    “Burada yapamadık, göremedik, elde edemedik ama, oraya gittiğimizde yaparız..“

    Hayır!.

    Hiç öyle bir şey umma! Öyle bir şey söz konusu değil!.

    “Orada bana filânca yardım eder de benim mertebem yükselir…”

    Hayır! Böyle bir şey muhal!.

    Hiç kimse senin mertebeni orada artıramaz!.

    Bu devirde en çok kullanılan bir söz de şudur, özellikle târikatlarda;

    Biz bu durumda ölsek de önemli değil. Şeyhimiz orada bizim elimizden tutar. Bize mertebelerimizi atlattırır, yükseltir.

    Hayır!

    Böyle bir şeye dair ne bir âyet vardır, ne de bir Hâdis vardır. Tamamen bir uydurma bir zan!.

    Hiçbir şeyh, veli, evliyânın öbür tarafta, dikey bir yükselmeye dair, şefaati yoktur, şefaat edemez!.

    Yatay genişleme olur. Ama, yatay genişleme kişiye mertebe getirmez. Yani, levvameden, mülhimeye; mülhimeden, mutnainneye; mutmainneden, radiyeye kişiyi geçirtemez! Velev ki, dünyada iken geçmiş olsun…

    Dolayısıyla, nasıl bir gelişme umuyorsan, onu dünyada iken gerçekleştirmek zorundasın.

  • ‘’MÜLHİME” bilinci içindeydi FİRAVUN … Kendisini “Hak” görüyordu, karşısındakileri ise “yok”!.

  • Melekût âlemi’ne nüfuz eden kişi burada müşahede etmeye başlar ki, pek çok varlıktan oluşan bu âlemde fâili hakiki TEK`tir!.. Her bir varlık, gerçekte O TEK varlığın isteğine uygun bir şekilde, O`nun irade ve kudretiyle kâim ve görev yapmaktadır. Gerçekte o varlıkların asla bağımsız birer vücutları yoktur!..

    İşte bu seyre tarîkat seyri denilir ve nihâyeti Ceberût âlemi’ne varır. Müşahedesinde çokluk kavramı kaybolur, çokluk görüntüsünün ardındaki TEK`in irfanı başlar!.. Kişi bu durumda Nefs mertebeleri diye anlatılan sıralamada 3. basamakta yer alan “Mülhime nefs” seviyesindedir!..

    Ancak burada çok önemli bir nokta var ki, eğer burayı anlamadan geçersek, daha ilerideki merhalelerde çok büyük yanılmalar oluşur.

    Mülhime Bahsi ve Bilincin arınışı isimli söyleşi kasetlerimiz de ve “TEK`İN SEYRİ” ismli kitabımızda çok geniş bir şekilde izah ettiğimiz gibi, bu geçiş basamağı son derece önemli bir yükseliş bölümüdür.

    Eğer “Mülhime nefs” mertebesi iyi tanınmazsa, kişi yanlış değerlendirmesi yüzünden “küfr”e veya “gizli şirke” çok rahatlıkla düşebilir!.

    Kişi kendisini görürken, vehmî benliği ortadan kalkmamışken, Hak`kın dışında varlıklar görme hâli devam ederken ben Hak`kım” demesi “küfr”ü yani hakikatı inkârı, gerçeği örtme hâlini meydana getirdiği gibi; Tek`lik yanısıra, çokluk isbatı dolayısıyla gizli şirke düşme hâlini dahi yaşayabilir.

    “Mülhime”, ilham alan anlamınadır. Yani bu düzeye gelen kişi kendisinin üstünde olan çeşitli mertebelerden gelen ilhamları almağa başlar; arınması, nefsini tezkiye etmesi nispetinde. Bu sebeple de ilhamın geldiği mertebenin özelliğine göre hâller yaşamaya başlar!..

    Kâh, Mutmainne’den ilham alır, kâh Râziye’den, kâh Mardiyye`den!.. ve bu ilhamlar onda yaşandığı süreç içinde, o kendini sanki o mertebeleri yaşıyormuş, o mertebelerin ehliymiş gibi hisseder. Oysa gerçekte “mülhime” nefs durumunun tabiî neticelerini yaşamaktadır!..

    Buranın en büyük özelliği, kişinin kendisini, zaman zaman bir vücûd sahibi birim olarak görmesine rağmen, zaman zaman da varlığın TEK`liğini algılama ve hissetme yönünden “ÖZÜNDEKİ” Hak`kı müşahede etmesi; ve bu yüzden de “Ben Hak`kım” diyebilmesidir.

    Şayet tahkik neticesinde kendisinden bu ifade çıkıyorsa, elbette ki bu hâlinden dolayı suçlanamaz…Mâzurdur!.

    Ancak buralardan geçmiş, bu mertebenin inceliklerini iyi bilen bir aydınlatıcısı var ise ve kendisi de o kişiye gerçekten inanıp teslim olmuş ise, burada meydana gelecek yanılgılardan ve ayak kaymalarından dolayı kolayca kurtularak bir yukarı mertebeye terakki edebilir.

  • -Yâ Gavs-ı Â’zâm. İlim sahibi için yol yoktur, tâ ki indindeki ilmi inkâr etmedikçe…Eğer ilmini terketmezse, şeytanın lisânı olur!.”

    “İlim sahibi ilmini terketmedikçe” şeklinde özetlenecek ifade de işaret edilen ilim, “İlm-el yâkîn” hâlinin “ilmi”dir!.

    Mülhime nefs mertebesinde hâsıl olan mârifet bu ilmi meydana getirir ve bu durumdaki kişi, gördüğü herşeye “HAK” der!.Oysa bu, insanı hakikat âlemine uçuracak balondur ki, O güçlü sultanın sarayına ulaşıldığında patlatılarak, huzura girmek gerekir.

    Gördüklerinin , “HAK”tan ayrı bir şey olmadıklarını bildirmek sadedinde, “her gördüğün HAK’tır” denmişse de; bu gerçekte, erişilmesi istenen ana hedef asla değildir!.

    Görülen herşey dendiğinde, ayrı ayrı pek çok şey var sanılır!…Oysa gerçekte, ayrı ayrı var sanılan bu şeylerin hiçbirisi yoktur; sadece TEK bir yapı mevcuttur!..Ki bu da “VECHULLAH”dır!.

    “HER ŞEY YOK OLUR, MUTLAK HÜVİYETİN VECHİNDEN BAŞKA”

    âyeti kerimesi ile;

    “NE YANA DÖNERSEN ALLAH’IN VECHİNİ GÖRÜRSÜN”

    âyetini birarada anlarsak, gözün gördüğü şeylerin “HAK” olduğunu söylemenin son derece basit kaçtığını herhalde farkederiz!.

    İşte mülhime nefs mertebesinde, sezgi-ilham yollu edinilen bu ilimden geçilmedikçe, “Hakikat”ın müşâhedesi hâsıl olmaz!.

    Bu durumda da kişi şeytanın temsil ettiği vehim gücünün esiri olarak, vehmin seslenişi olarak yanlış bir ilimle insanların yanlış düşüncelere sapmalarına sebep olur.

    Yukarıdaki beyan, “indindeki ilmi” kelimleriyle mülhimede hâsıl olan ilim olduğuna işaret etmektedir.

    Zîrâ, mülhimede kişi; kişiliği, vehmî benliğiyle HAK’ka işaret etmektedir. Burada henüz “Vehmî benlik” ortadan kalkmamıştır. Bu sebeple de “indindeki ilminden” sözetmektedir o kişi.

    Bu ilmi de terketmediği, bir üst mertebeye terakki etmediği, birimsel nefsinin varolmadığını idrâk etmediği ve gereğini yaşamadığı sürece ona yol yoktur!.

    Böylece o kişi artık, “o Hak”tır, “bu Hak”tır, “şu Hak’tır”, gibi “Hakikat”ten hayli uzak bir vâdiye sapar ve ömrü boyu orada fâsit daire içinde döner durur.

  • Seyri enfüsi, insanda “nefsini bilme” diye anlatılan olaydır; ki bunu “NEFS NEDİR” isimli sohbetimizde anlatmıştık.

    İşte bu gerçekliği öğrenmeye başlayan seyri enfüsî düşünce yolcuları, bir anlayış durağında, “kendini HAK olarak görmeye” başlar. Bunun ötesinde de “ben Hakkım, dilediğimi yaparım her şey bana mubah” noktasına saplanır. Buna “Mülhime nefs bilinci” (hakikatine dair ilham alan bilinç) veya Mülhime Girdabı denir; ki bu konunun detayı “Mülhime Bilinç” sohbetimizde mevcuttur. Bunu aşamayıp, “Mutmainne bilince” ulaşamazsa, bir süre sonra Emmare bilinci ağır basarak, Mülhime bilgisi ile de firavunlaşarak, herkesi ve her şeyi yanlış, kendini mükemmel görüp, o hâl üzere bu dünyadan ayrılır!.

    Bu yolda nîce başlar kesilir; hiç soran olmaz!” ile buradaki kayıplara işaret edilir!

  • İblîs’ten bu yana, “şeytâniyet” vasıflı tüm görünmez varlıkların ana amaçları, insanların, “halife” ve “eşref-i mahlûk” özelliklerinden uzaklaşarak, tamamen hayvan gibi yaşamalarını sağlamaktır!. Böylece, insanın yaradılışı aşamasındaki, “o topraktan meydana gelmiş bir hayvandır; yeryüzünde ancak kan döküp fesad çıkaran bir insansı türüdür” savını doğrulatmak isterler!.

    Bunun için de temel prensipleri, İNSANI, DIŞA YÖNELTEREK; İÇSEL KUVVELERİNİ KULLANMAKTAN MAHRUM BIRAKMAKTIR!.

    İnsana daima, kendisini beden kabul ettiren fikirler ilham ederler; sürekli etrafla uğraştırırlar; bu yolda ego (benlik) besleyici düşünceler ve eylemler hatıra getirirler… Dışarıda, ötelerde, uzayda bir tanrı tasavvuru oluşturup ona tapındırtırlar… Olmayan bu tanrıya dayalı varsayımlar kabul ettirip, sonra da bu varsayımların boş çıktığını yaşattırarak, ta ki, “ALLAH” adını taktıkları tanrıyı inkâra kadar sürüklerler aklı kıtları!.

    Bütün amaçları, insanın, özüne hakikatine yönelmesini kesip; varlığını meydana getiren ismi ALLAH olanın esmâsının kuvvelerinden mahrum kalmasını temin etmektir!.

    Kazara tasavvufa girmiş olanları ise, mülhime nefs bilincinin girdabında boğmak, onlar için en geçerli ve kolay yoldur!

    Çekmek”, ötedeki birine yönelmektir; âdet, şartlanma, ezber veya taklit yüzünden!.

    “OKU”mak ise, geçerli olan sistemi (sünnetullah) algılayıp kavrayarak, bunun gereği olan DÜŞÜNCE ve DAVRANIŞI ORTAYA KOYMAKTIR!.

    İşte bu “kavrayış ve gereğini yerine getirmenin” adı, Kurân’da “İKRA”, dilimizde “OKU”maktır!.

    **

    “Ölmeden evvel ölmek” denen iş kolay değildir!.

    Ancak, “Ölmeden önce öldükten” sonra, “nefs“ini tanıyabilirsin!.

    Ölmeden önce ölmek“, denilen olayın ilmel yakini, daha önceki sohbetlerimizde geçtiği üzere, “Mülhime” denilen “nefs” mertebesinde; “nefs”in, ilham alır durumda kendini tanımaya başlamasının sonucunda oluşan teslimiyetin getirdiği hâldir.

    Ve ondan sonra “ölmeden ölmek” denilen hâlin “ilmel yakîni” oluşur. Ondan sonra “Mutmainne” denilen, tatmine ulaşmış, yani, işin hakikatını yaşamakla tatmine ulaşmış “nefs” olur ki, onun adı “Veli“dir..

    Velâyetin de kemâl dereceleri var:

    Veli-i Mükemmel” var, “Veli-i Kâmil” var, “Veli-i Mukarreb” var!… Yüksek kemâlât dereceleri… Onlardan söz etmiyorum… Bunlar da “Ölmeden önce ölmek” denilen hâlin aynel yakîni ile gerçekleşir!.

    Ölmeden önce ölmek” denen sırrın “hakk-el yakîni” ise ancak “mardiye nefs” kemâlinde gerçekleşir!. “FETH” hâli de bunun sonucudur!.. Bunun ehli de dünya üzerinde ancak onlarla sayılır!.

  • Avamın gözünde, en yüksek mertebedir “aşk”, ve de Mülhime!. Nereden bilsinler ondan yukarısını gariplerim… Evliyâ, zaten gizli, avam bilemez ki Mutmainne ve yukarısını! “Marifet”e ermek içindir “aşk”, Mülhime’de yaşanır!… En kestirme yoldur “aşk” Allah’a ermek için!… Bir girdi mi insanın içine, artık hiç bir şeyi görmez gözü insanın aşkına ermek için!. Ne mal ne para ne evlat ne karı veya koca!.. Tek amacı aşık olduğuyla BİR’leşmektir insanın… En güzel ikilik yaşamıdır o!

  • Avam en yüksek mertebe olarak “aşk”ı bilir, Mülhime’yi algılar!… “Fenâ”dan ötesine aklı ermez; çünkü “İlim Sıfatı” onlarda zâhir olmamıştır!. Avamın aklı, talebeye erer!… “Aşk” ehli talebe sınıfındadır… Okul ehlidir!. Nereden anlasınlar onlar Tebrîz’li Şemsi!

  • “Tevhid” ilmini öğrendi… “Yok”luğu yaşayamadığı için, “aşk”la yanıp her şeyinden geçemediği için, Mülhimede kalakaldı!. “O”nun tekliğine, şehadet edebildi sadece!..

    Kâh emmâreye düştü, kâh levvâmede gezindi, kâh mülhimeye çıktı; fâsit daire mekânı oldu!.

    Tevhidi, hayâlinde yaşadı!… Hayâlinde, tek oldu!. Avundu! Bazen, hayâlindeki teklikten öteye geçemediğini fark edip, levvâmeye döndü… Bazen de tevhid bilgisi ağır bastı, gene mülhimeye çıkardı!

  • Halkın “Evliyâ”dan sandığı kişi, binde 999 çoklukla nefsi levvâme düzeyindeki zâhid sınıfı ile, nefsi mülhime’deki “ârif” sınıfıdır!. Oysa bunlar daha hakikatın oksijeni ile nefes bile almamış kişilerdir… Bunlar “Hak”ka urûc yolunda olup yüzü hakka dönük kişilerdir ki, işin mecâzıyla meşguldürler… Seyri enfüsî ile varlığın hakikatına erme yolunda yürümektedirler…

  • MÜLHİME” bilinci içindeydi FİRAVUN !..

    Kendisini “Hak” görüyordu, karşısındakileri ise “yok”!..

    Çevresindekiler onun kullarıydı!… Elpençe divan dururlardır önünde hep!..

    Kullarının hiçbir değeri yoktu onun indinde!..

    Onlara hakaret eder; küfreder; her bahaneyle aşağılardı!..

    Kullara yalan söylemesi mubahtı onun!…

    Kullarının dedikodusunu yapıp diğerlerine; onları çekiştirmesi mubahtı!…

    Kendisine paye verenlere, saygı gösterenlere mertebeler dağıtır; en ufak saygısızlık gösterenleri sapıtmışlıkla itham edip, aşağıların aşağısına sokardı…

    O dilediğini yapardı…

    Çünkü Firavundu o!..

  • Musa aleyhisselam gerçekleri açıklayıp, insanları uyarınca, onların üzerine saldırmaya başladılar…

    Musa, ilmin gereğini yaşayanlarıyla Mülhime Denizinde geçip giderken; Firavun da kendi kullarıyla mülhime denizinde yürüyemeye kalktı!..

    Musa geçti!… İnananları da…

    Firavuna tâbi olanlar ise Mülhime Denizinde, -pardon Kızıl Deniz’de- boğulup helâk oldular!..

  • Emmâredeki kişiye levvâmeyi anlatamazsınız; belki anlar gibi olur da HİSSEDEMEZ!. Ama levvâmedeki, hem emmâreyi anlar, hem de levvâmeyi… Mülhime’deki kimseye, mutmainneyi anlatamazsınız; ama o, hem mülhimenin farkındadır; hem de levvâme ve emmârenin ne olduğunu bilir…

  • Tasavvufun da “sonradan görme”si vardır!.

    Tasavvufun “sonradan görme”si, görgü ve kültürden yoksun yoksulun tek nesilde multi milyarder olması gibi; kişinin seyrisülûktan geçmeden yâni “nefs terbiyesi” görmeden “mülhime” bilgisini elde etmesi ile meydana gelir!.

    Tasavvufta olayın temeli, kişinin bir mürşit elinde “nefs terbiyesi” görmesi esasına dayanır.

    Her mürşidin yetiştiği bir yol vardır. O yolun esaslarına göre, kendisine teslim olan kişiyi, tekkede olabildiğince yanında yaşatarak, terbiye eder… Oturup kalkmasından, konuşmasına, yeme-içmesine, insan ilişkilerinde konuşma adâbına kadar!.

    Bir mürşidin nasıl davranıp neler öğreteceği, konuyla ilgili kitaplarda detaylı bir şekilde vardır.

    Bu terbiyeyi almış biri, daha “levvâme nefs” mertebesine ulaştığında, dedikoduyu, gıybeti, çekiştirmeyi; başkalarının arkasından konuşmayı, insanları maddi veya mânevi beklentileri uğruna istismar etmeyi, baş olma arzusunu, insanlara hakaret etme hâllerini geride bırakır.

    Bu, ister yakınları ister uzaktakileri olsun herkese karşı böyledir.

    Mülhime nefs” mertebesinin ilmine ulaşıp bunu yaşamlarında hazmetmeye başladıklarında ise; insanlara büyüklük taslayıp, başkalarının arkalarından konuşup, onları birilerine, ne gerekçeyle olursa olsun gammazlamak veya onların dedikodularını yapmak yerine; tüm insanlara hizmetçi olurlar, ellerinden geldiğince.

    Çünkü, bu anlayıştakine göre, karşısındaki Hak’kın varlığıdır ve ona hizmet Hak’ka hizmettir!. Hakkında konuştuğun Hak’tır!.

    Ne çare ki, gerçek anlamda, “tarîkat” terbiyesi, Türkiye’de uzun yıllar önce son bulmuştur!. Günümüzde devam eden, çoğunlukla ismi ve resmidir tarikatın!.

    Günümüzde, “nefs terbiyesi”ne dayanan bir tarîkat sistemi, benim görüş alanım içinde yoktur!.

    İnsanları kötü yollara gitmekten koruyan, âhiret korkusu, tanrı korkusu ve cennet talebine dönük; tarîkat ismi taşıyan birçok topluluklar mevcuttur.

    İşte bu realite dolayısıyla da, meraklı ve arzulu fakat kendisine hazım sağlayacak alt yapısı olmayan insanlar; gerçek “nefs terbiyesi” almadıkları için; yazıtlara veya ilim ehlinin sohbetlerine dayanarak, mevcut “emmâre nefs” bilinci üstüne, “mülhime bilgisi” giydirerek, “tasavvuf sonradan görmelerine” dönüşmektedirler!.

    Sonradan görme zenginlerin” katıldıkları sosyetik ortamlardan yılların “asil sosyete ehlinin” uzaklaşması gibi; “tasavvuf sonradan görmelerinin” öne çıktığı toplumlarda da “gerçek sûfîler” toplum içinden uzaklaşıp, ötelerden “seyr”lerine devam etmektedirler.

    “Ben şunları yaptım da karşılığını alamadım” diye sızlanan insan; yapması gereken en önemli ve önde gelen iş olan, emmâre “ben”inden kurtulamamıştır ki; “levvâme” bilincinden “mülhime“ bilincine geçmiş olsun!. Üstelik kâh kendini hak görür, kâh daha da ötesi!!!.

    Ama bir hâl gelince de, sızlanmaya başlar gerçek mertebesinden… “Ben saçımı başımı ağarttım, saçımı süpürge yaptım, bunca yıl bu yola emek verdim vs. vs….”

    Kâh “ene’l Hak” der, her şeyi kendi cüppesi içine alır; bir an sonra döner yetmiş yedi milleti hedef tahtası yapıp; onların dillendirmedik kusurlarını bırakmaz kendisine göre!. Hepsini yerin dibine sokar!…

    İnsanları batırarak kendisini tek mâbud haline getirir!. Yamyamlığı meslek edinir!.

    Gerçek “mülhime bilincinde” olan, işinin, eşinin, aşının hakkını verir… Eline aldığı her şeyi en mükemmel şekilde “Allah’ın kendisine emaneti” görerek, yapar…

    Erkek ise, erkekliğinin eşine karşı tam hakkını verir… Kadın ise, eşine ve yuvasına karşı kadınlığının tam hakkını verir. Bunu yapmadan, BEN YALNIZCA ALLAH’A YÖNELDİM DEMEK, HAYÂLİNDEKİ TANRISINA TAPINMAKTAN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR.

    Hanımında veya beyinde veya çocuğunda ya da yakın arkadaşlarında Hak’kı göremeyip; onlara, isimleri perdesince davranmak, perdeliliğin açık itirafıdır!.

    Yaşamı, yemek-içmek ve seks üzere kurulmuş; gününün çoğu, bunları düşünerek, bunların daha iyisini araştırarak geçen insan, “Sâfiye” mertebesinden söz etse; ya da “Mardiyye” bilgisinden dem vursa da, “Emmâre”den milim ileri gitmemiştir!.

    Mülhime” bilgisine bürünmüş “emmâre”nin; “levvâme”si de hemen hiç görülmemiştir neredeyse!.

    Zira, “Mülhime bilgisi” onun Deccalı olmuş; “emmâre”sindeki Deccal cennetini tercih etmiştir!.

    Deccal, bireyin bilincinde açığa çıkar!. Deccal, bireyin karşısına çıkar!. Deccal, bir ülkede toplumun karşısına çıkar!. Deccal, tüm dünyanın karşısına çıkar!.

    Nasıl ki bireyin, eceli; toplumların, ülkelerin eceli, dünyanın eceli varsa; Deccal konusu da öyledir!.

    Deccal kelimesini “Deccâliyet” olarak anlamak gerekir.

    İşlevi, “akı kara”, “doğruyu yanlış”, “cenneti cehennem” göstermektir!. Kısacası “deccâliyet”, her gerçeği saptırma, olduğunun aksine gösterme ve kabul ettirme işlevidir’!.

    Birey açısından, Deccal’ın en önemli açığa çıkışı da, kişideki “mülhime bilgisi” sırasında açığa çıkışıdır.

    Eğer kişi, “nefs terbiyesinden” geçmemiş ise; vehim, deccâliyete destek vererek, kişinin nefsinin firavunlaşmasına yol açar!. Sonucu da ebeden perdeliliktir!.

    İşte saydığımız bu durumlar, bildiklerimiz kadarıyla, “tasavvuf sonradan görme”liğinin ana sebeplerini teşkil eder.

    Muhakkik, sistemi “oku”yarak, o güne kadar söylenmemişleri dillendirir; mukallit, o güne kadar söylenmişlerin dedikodusuyla ömür tüketir!.

    Herkes lâyığını bulacaktır!.

  • Biz, eğer “Allah”a iman edenlerden isek, “Allah ahlâkıyla ahlâklanmak” ve bunun gereğini yaşamak için varız!.

    Allah’a imanla yola çıkıp; “mülhime”den sonra, birimselliğine tanrısallık atfederek, “küfr-ü mutlak”a girip; “nefsi emmâre”ye düşen; sonra da hatasını farkedemeyerek; ya da farketse de gururundan ötürü kabullenemeyerek, bu hâl üzere ölen çok kişi vardır ki; onlar, çevreleri tarafından bilgilerine ve söylediklerine bakılarak “velî” sanılmışlardır!.

    Veli”den Kur’ân ‘ın cevâz vermediği haller sâdır olmaz!.

    Veli”, dedikodu, gıybet yapmaz, insanları çekiştirmez; nankörlük yapmaz!.

    Veli”, insanları kendine kul köle etmez!. Onları, çevresinde el pençe divan durdurup, kişisel tatminle uğraşmaz!.

    Veli”, Settâr’dır, örter kusurları, yanlışları! Bağışlayıcıdır; görmezden gelir hatâları…

    Veli”, insanlara laf yetiştirip, onları mat etmek, küçük düşürüp kendini yüceltmek için savaş vermez!. Haklılığını ispat gayreti içine girmez!.

    Veli”, bilir ki, herkes hakkettiğiyle beraber olur; lâyığıyla beraber uçar!.

    Veli”, ilmin kıymetini bilir; insanların peşinden koşup, ilmi ayağa düşürmez!

    Çünkü, “veli” mutmaindir ilminde ve hakikatinde; “mülhime” bilgisinin fitnesinden; “emmâre”nin göbeğinden uzak yaşamaktadır!.

    İlimden sonra hevâsına tâbi olup; “mülhime bilgisini” kullanarak, “emmâre” nefsâniyetiyle insanlara tahakküm etmeye çalışanlar, sonunda hüsrana uğrayacaklardır!… Onlara tâbi olanlar da!

    Allah, beni ve inananları bu gibilerden uzak eylesin!.

  • İnsan, iman ile cennete girer!.

    Neye iman?

    Rabb-ül âlemîn“e iman!.

    B“sırrıyla  “ALLAH” adıyla işaret edilene iman konusunun üzerinde bir hayli durmuştuk.. Şimdi de gelin “Rabb-ül âlemîn“e iman  nedir nasıl olur bunun üzerinde duralım…

    Bu konu da çok önemli bir konu… Zira, cennetin kapısı “Rabb-ül âlemîn”e iman edenlere açılır ancak!.

    Nefsini bilmenin yolu “B” sırrının fark ve deşifre edilmesinden geçer… Böylece nefsinin hakikatini bilen Rabbini bilmiş olur… Bu işin birinci basamağıdır. “Seyri Enfüsî” de denir buna… Bununla kişi “mülhime nefs” diye tanımlanmış bulunan hakikatini fark etme açıklığına kavuşur.

    Çokları sanır ki, burası işin sonudur!.. Heyhat!… Oysa burası işin daha ilk basamağıdır!.

  • Mülhime nefs” bilincine ulaşınca “Enel Hak” diyen Zât`tan, “Vahdeti Vücudu” bir sistem olarak anlatarak, “Vücut ve varlık TEK`tir; yalnızca O vardır, bu durumda sen istersen O vardır de, istersen ben varım de; diyen hep Kendisi`dir“; anlayışını sergileyen Zât`tan; “Vahdeti Şuhud” görüşünü, yani, Muhyidin`in bahsettiği “vücud“un, gerçekte, “ilmi ilahideki ilmî sûret” olduğunu; bu “vücud“un gölge veya hayalvücud” olduğunu vurgulayan İmam Rabbanî`ye kadar, hepsi de “data“larından açığa çıkan gerçekliği, programlarına göre dillendirmişlerdir.

  • Ben hakkım” diye bağırmaya başlamanın, “nefsi levvame” düzeyinde kendindeki hakikati yaşayamamanın bunalımı içindeki bilincin, “mülhime” düzeyindeki varlığının hakikatine ait ilhamları almasının sonucu olduğunu…

    Kâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi, kâh inerim yeryüzüne seyreder âlem beni” diyenin; “cüppemin altında Allah`tan gayrı yok” diyenin, bunları “Mülhime” bilinci yaşantısı içinde aldıkları ilhamlarla söylediklerini ve orada “velâyet“in daha kokusunu bile almamış olduklarını ne bilsin bu yolun heveslileri…

    Ne bilsinler, kerâmet sandıkları bir kısım olağan dışı olguların, “velâyet” delili olmadığını… Müslüman olmayanlarda bile bunların açığa çıkabildiğini! İstidraç ile kerâmetin aynı mekânizmayla meydana geldiğini… Bu yüzden de, evliyâullahın, “kevni kerâmet“leri hoş görmeyip, “önemli olan ilmî kerâmettir” dediklerini nereden bilecekler. Peki, ne ola ki o “ilmî kerâmet” denilen?

  • Eğer, kişi “ölmeden evvel ölmek” diye bahsedilen hakikate erme sırrını yaşayacaksa, “küçük kıyamet” denilen haller de yaşamında açığa çıkmaya başlar..

    Mehdî“yet ile Rububiyet hakikati idrak edilir.

    Arkasından, Deccaliyet kendini gösterir ve kişi Rubûbiyeti benliğine atfederek, hakikatinin “HAKK” olduğu gerçeğinden hareketle, “nefsaniyetini-egosunu-bedenselliğini” Rab olarak kabullenme sebebiyle “mülhime nefs girdabına” düşer… Hakikatinde Hakk`ı görmek derecesinden, bedenselliğinde Firavunluğu yaşama derekesine düşer.

    Derken nasibinde varsa “İsevî” hakikat nüzul eder ve “B” sırrı açılarak yaşanmaya başlar.

    İsa (aleyhisselâm), yeryüzüne indiği zaman; (birimselliğindeyken, bedensellik anlayışında iken) Deccal, suyu görmüş tuz gibi erir gider… Varlığın yalnızca, “Allah” adıyla işaret edilenin “esmâ mertebesi“nden ibaret olduğunu hissetmesi sonucu, Deccaliyeti (tanrılık vehmeden benliği) eriyip yok olup gider. “El Mudil” isminin ağırlığı geriler…

    VELΔ ismi seyrinde ağırlık kazanır…

    Her yaptığı işin öncesinde “B-ismillah” diyerek “Allah namına” o fiîli ortaya koyduğunun bilinciyle yaşayarak şirkten arınır; o fiîl ile kayıtlamaz “Allah” adıyla işâret edileni… Araya, benliğini katarak şirke düşüp, şeytaniyete (vehmine) tâbi olmaktan korunanlardan olmuş olur!.

    Bazılarında, bundan sonra, “Daire-i Museviyet” ve “Daire-i İseviyet” hakikatleri ötesinde, “hakikat-i Muhammediye” ve hatta “hakikat-i Ahmediye” sırları yaşanır, “EKBER“iyet müşahedesi içinde; ve “B” sırrıyla “seyri meâllah“ı devam eder. Bazıları da “Allah Rasûlü” varisleri olarak “seyri anillah” ile halk arasında görev alır.

    Allah EKBER“i yaşayarak “salât“a (namaza-yönelişe) girip, “B-ismillah….”la gerisini getirebilen ne mübarektir!.

 Üstad

-“Veli” ismi, asker kelimesi gibi genel bir anlam taşır… Sâlih ise, asker içindeki general sınıfına örneklenebilir…

Soru

-Yâni en az mülhime nefs’te kendini bulmuş diyebilir miyiz?..

 Üstad

-Mardiye bilincini yaşayanlardır Sâlih’ler.. Yani; yedinci sınıftan, beşinci ve yukarısı..

Mülhime’de olanlar, hâlâ tanrı kavramından kurtulamamışlardır…

İnsanın hele bugünkülerin, “Allah” adıyla etiketledikleri tanrılarından arınabilmeleri fevkalâde güçtür!..

Sen, kendin veya karşındakinin ötesinde yönelecek bir varlık düşündüğün anda, tanrıya tapanlardansın demektir!.. Bunun anlamı da dinde KÂFİR dir… Yani Allah gerçeğini örten!…

Ancak, gördüğünle de asla kayıt altına alıp, O’nu sınırlama!..

Karşındakini kendinden ayrı gördüğün ve bedenine veya ruhuna bir ayrıcalık verdiğin sürece de ŞİRK içindesin; demektir…

Küfür ve Şirkten arınmamış olanın ise tanrı kavramından arınmış olması mümkün değildir… Çünkü henüz tevhid ehli olmamıştır… Hep tanrısını Allah etiketiyle bezemiş olarak kozasındaki yaşamına devam ediyor ve kendini avutuyor demektir!…

Lâ Sohbeti

Üstad Ahmed Hulûsi’nin 2008 yılında yaptığı bir sohbet.

Herkesin bir notası var, bir bilinç seviyesi var. Bu sohbette Üstad Ahmed Hulûsi, nefs mertebelerinin müzik notaları ile olan benzerliğini anlatıyor.

Beyin, sayısız dalgalar alır ve sayısız dalgalar yayar. Bugünkü bilimin eriştiği verilere göre, bizim madde ve madde ötesi olarak algıladığımız herşey dalgalardan meydana gelmiştir. Buna göre daha evvelden bahsedildiği gibi, biz bir dalga okyanusunda yaşamaktayız. Evren bir dalga okyanusudur. Bu dalga okyanusu algılayan cihazlara göre, GÖRE madde olarak vardır. Nasıl atomaltı boyut mevcutsa, aynı şekilde üst madde olarak isimlendirdiğimiz bir başka boyutun içinde yaşıyoruz ki, bedendeki hücrelerin içinde yaşayanların yapısına nispetle, insan bedeninin yapısı neyse, o üst madde diye tanımlanan boyutun varlığına göre de biz aynı durumdayız…

EN’AM 6-95 Muhakkak ki Allah tohumu ve çekirdekleri çatlatıp yarandır (Esma tohumundan varlık suretlerini yaratan)! Ölüden (hakikat ilmi yoksunu) diriyi (Hayy ismi özelliğiyle ölümsüzlüğünü fark edeni) çıkarır… Diriden (hakikat bilgisiyle yaşarken-mülhime kavrayışı içindeyken) de ölüyü (kozasını terk edemeyip nefsi emmareye-bedenselliğe düşeni) çıkarır! işte Allah budur! Nasıl (halden hale) çevriliyorsunuz?

BAKARA 2-38 Dedik: “inin hepiniz oradan (kendinizi bedensiz hissettiğiniz şuur boyutundan-cennet yaşamından)… Benden size HÜDA (hakikatinizi idrak ettirici Rasul) geldiğinde kim HÜDAma tabi olursa onlara ne korku vardır ne de mahzun olacakları bir şey.”

HiCR 15-34 Buyurdu: “O halde çık oradan! Muhakkak ki sen racimsin (tard edilmiş, taşlanmış).”

 

Azâzil’in mülhime mertebesinden düşüşü

SAD 38-71 Hani Rabbin Meleklere: “Kesinlikle ben balçıktan (su+mineral) bir beşer yaratacağım” demişti.
SAD 38-72 Onu tesviye edip (beynini oluşturup), o yapının içinden Ruhum`dan (Esma manalarımdan) nefhettiğimde (açığa çıkardığımda {nefh yani üflemek, içten dışa şeklinde olur daima. A.H.}) Ona secdeye kapanın (hükümranlığını-tasarrufunu kabul edin)!
SAD 38-73 O Meleklerin hepsi, toptan secde ettiler.
SAD 38-74 iblis müstesna; (bilincine dayanarak) benlik tasladı ve hakikat bilgisini inkar edenlerden (karşısındakinin hakikatini göremeyenlerden) oldu.
SAD 38-75 Buyurdu: “Ey iblis (ikileme düşen)! iki Elim (ilim ve kudret) ile yarattığıma secde etmene ne mani oldu? Benliğin mi engel oldu, yoksa Alun`dan (Adem`e secdesi söz konusu olmayan yüce kuvvelerden) mi olduğunu sandın?”
SAD 38-76 (iblis) dedi ki: “Ben daha hayırlıyım ondan; beni ateşten (radyasyon-yakan dalgalar-{aynı nar = ateş kelimesi cehennemde yakan olarak da kullanılmakta. A.H.}) halk ettin, onu tıynden (hücresel bedenli) halk ettin” dedi.
SAD 38-77 (Allah) buyurdu: “Çık oradan; çünkü sen racimsin (hakikatinden uzak düşmüşsün)!”
SAD 38-78 Muhakkak ki, hüküm sürecine kadar lanetim (benden uzaklık) senin üstündedir!
SAD 38-79 (iblis) dedi ki: “Rabbim! (insanların ölümle) ba`s olacakları zamana kadar bana mühlet ver (kuvvelerimi kullanabileyim onlara karşı).”
SAD 38-80 (Allah) buyurdu: “Muhakkak ki sen süre tanınanlardansın!”
SAD 38-81 Bilinen sürece kadar!
SAD 38-82 (iblis) dedi ki: “izzetine (karşı konulmaz gücüne) yemin ederim ki, onların hepsini şaşırtıp (kendilerini beden kabul ettirerek, bedenin zevkleri peşinde koşturarak; hakikatlerini oluşturan ruhun konusundan) saptıracağım.”
SAD 38-83 Ancak onlardan ihlasa erdirilmiş (hakikatlerini yaşattığın) kulların müstesna.
SAD 38-84 (Allah) buyurdu: “Hakk`ı söyledin (ihlaslı kullarım konusunda); ben de gerçeği bildireyim:”
SAD 38-85 Andolsun ki cehennemi senden (olanlarla) ve onlardan sana tabi olanlarla toptan dolduracağım.

İlham alan Nefs

Ârif

Nefs-i Mülhime

Kavram hakkında henüz bir not alınılmadı.

Farz

Anlamı Kur`ân-ı Kerim, insanların üzerine farz kılınan; yani onların uymak zorunda oldukları; uymamaları halinde büyük zarar görecekleri 54 çok önemli kuraldan sözeder ki, bunların ilk dördü “namaz, oruç, hac ve

Oku »

Tevbe

Yanlışını idrak edip, kesinlikle o işi bir daha yapmama kararı “Tövbe”dir! Hâlinden pişmanlık duyma ve üzülme, istiğfardır; dille “estağfirullah” demek değil!. Öyleyse günlerinizi boş vakitlerinizi daima sistemi anlayıp, “OKU”mak için değerlendirin…

Oku »

Acz

Yaradılmışlardaki güç, kuvvet ve kudret izâfi ve geçici!.. Ama sonuçta, tüm yaradılmışlarda ortak olan vasıf “ACZ”dir.

Oku »