Nefsin mertebeleri diye biliriz yedi mertebeyi…
Emmare, Levvame, Mülhime, Mutmaine, Radiye, Mardiye ve Safiye!.
Bu konuyu “KENDİNİ TANI” kitabında da detaylı anlatmıştık…
Nefs kelimesiyle anlatılmak istenen esas itibariyle bilinçtir.
Avam, yani bütün beşer normal olarak “Nefs-i Emmare” diye târif edilen mertebenin gereğini yaşarlar.
“Nefs-i Emmare”… Bedene dönük bir yaşam biçimi… Kendini beden kabul etme ve bedene dönük arzu ve istekleri yerine getirir tarzda yaşam biçimi!…
“Nefs-i Levvame”… Kendinin bu beden olmadığını, ölümötesi yaşamın süregideceğini idrâk; ve buna karşın ilminin gereği gibi hakkını verememe, buna dönük bir yaşam biçimine girememe dolayısıyla kişide meydana gelen pişmanlıklar…
“Nefs-i Mülhime”… Üçüncü derecesi, kişinin, kendinin bu beden olmadığı, bu bedenin ötesinde, ilâhi varlıkla kâim varlık olduğunu hissedişi, bunu ilham yollu alışı ve bu ilhamı değerlendirişi neticesindeki bir yaşam…İlham alan “nefs”, hakikatı ilham yollu algılayıp, değerlendirebilen bilinç anlamına, “Mülhime Nefs“…
Ve, bunun gereğini yaşama halinde tatmine ulaşmış, “Mutmainne Nefs”...
Ve, daha sonra, “Radiye Nefs”, “Mardiye Nefs” ve nihâyet “saf“laşmış nefis, “Nefs-i Safiye”…
Kişinin, kendinden arınması çalışmalarında belli mertebeler tespit edilmiş. Yani, kişinin idrak kendini hissediş seviyesi belli “nefs” mertebeleri şeklinde adlandırılmış.
Bunlar; “Levvame nefs”, “Mülhime nefs”, Mutmainne nefs”, Râdiye nefs”, “Mardiye nefs”, “Sâfiye nefs” diye tarif olunmuş…
Baştaki “Emmare nefs”i hiç söylemiyorum;ki o tamamıyla hayvansal bir yaşamdır… Bedenin istek ve arzularına dönük bir yaşamdır.
“Levvame nefs” denen hâl şudur :
Kişi, kendisinin ulaşması gerektiği noktaya dair bir takım bilgiler edinmiştir. Kendisinde bir takım idraklar oluşmuştur.
Ne var ki, dönüp kendine baktığı zaman, ulaşmak istediği hedefin gerektirdiği çalışmaları zaman zaman yapamadığını; kendisini bu noktaya ulaşmaktan alıkoyan davranışlar içinde bulunduğunu farkeder.
Bundan dolayı, bu çalışmaları yapabildiği zaman sevinir, yapamadığı zamanlarda ise üzüntüye, ümitsizliğe kapılır. Kendi kendine kızar, “levm” eder. “Niye ben, bu gerçekleri bildiğim halde gereken çalışmaları yapamıyorum?..” gibi düşüncelere kapılırak üzülür!.
İşte bu, kendi kendine kızma, levm etme, yani “Levvame nefs” durumudur…
Kişi bu hâl içindeyken…
Zaman zaman aldığı ilim ve ilhamlar sonucu, idrakı ağır basar; kendi aslının hakikatının “O” yani “Allah” olduğunu farkeder; devre devre kendini “O” gibi hissetme durumuna girer!..
İlham yolu ile oluşan bir ilimle kendi aslının ve hakikatının “O” olduğunu hissedip, bunun yaşamı başlar.
İşte bu tür bir yaşam haline girdiği anlarda, “Mülhime nefs” durumundadır. Mülhime, ilham alan demektir.
İlham aldığı anlarda, sanki bedeni yokmuş gibi, sanki dünya yokmuş gibi hisseder. Kendini, O olarak hissetmeğe başlar. Kendisi vardır ama, kendisini O olarak hissetmeğe başlar. İşte burada, “Mülhime nefs” durumundadır…
İşte burası ayakların kaydığı bir yerdir!…
Biraz evvel bahsettiğim, kendini “Hak olarak görmek” düşüncesi dolayısıyla; Hakk`ın bir takım şeylerle kayıt altına giremeyeceği, Hakk`ın namaza, oruca, ibadete ihtiyacı olmayacağı gibi düşünceler, hileler vs. hep bu “Mülhime nefs” durumundaki kişilerin içine düştüğü girdaplardır…
Bu girdab olan düşüncelere kapıldığı anda da kişi, güçlü olarak bağlandığı bir rehberi yoksa, otomatikman girdap onu dibe çeker!.
Dibe vurduğu zaman geldiği nokta, “Emmare” noktasıdır.
Eğer nasibinde varsa, bir vesile ile buradan kendini kurtarma şansına erişirse, -ki bu çok ender oluşur-, o zaman yeniden “levvame” durumuna gelir..
Girdabın dibinden, “Levvame” noktasından, tekrar denizin üstüne çıkar. Denizin üstüne çıkması, “Mülhime” noktasına tekrar gelmesi demektir…
Ancak, bu iniş çıkış, bir kaç haftada değil, çok uzun süreler içinde olur…
Şayet tekrar yukarı çıkabilirse, bu defa girdaba kapılmadan, yüzerek hedefe ulaşmağa çalışır.
Fakat, heyhat!..
Yolda yine ne girdaplar vardır!…
“Buyurdu:
-BİRBİRİNİZE DÜŞMAN OLARAK İNİN !….” (7-24)
âyetinin yorumunda, en büyük yorumculardan Fahreddin Razi şöyle der:
“Adı geçenler: Adem, eşi ve iblis`tir.. `İniniz` sözü, bu üçünü de kapsar..
`Birbirinize düşmansınız` sözü, CİNLERLE İNSANLAR arasında düşmanlığın kökleştiğini, bunun hiç kalkmıyacağını ifade eder.”
Gelelim bu âyetlerdeki işaretlerden bazı anladıklarımıza:
“ORADAN iN” diye işaret edilen mahâl “MÜLHİME NEFS” mertebesidir!…
Çünkü “mülhime nefs” mertebesi “TEK”liği biliş mertebesi; yani “ilm-el yakîn” halidir; ki, orada birimsel “BEN“liğe, yani “tekebbür“e, yani büyüklenmeğe asla yer yoktur!…
Çünkü “TEK”lik anlayışında birimsel mânâda “ben”liğe yer yoktur… Bu anlayış bir alt basamak olan “levvame” mertebesinde olabilir…
“Mülhime nefs”(1) ilhamlarının idrakında tüm varlık “TEK”tir, ve dolayısıyla secde edilen varlık da “TEK”tir!…
Şayet secdeden kaçınırsan, Adem`e değil, “TEK”e secdeden kaçınmış olursun!… O takdirde de orada, yani “mülhime nefs” mertebesinde kalamazsın!. ALLAH`tan ayrı varlıklar görme mertebeleri olan “levvame” veya “emmare” basamaklarına inmen icabeder!.
(1) “Mülhime Nefs”in ne olduğunu tasavvufa yakınlığı olmayanlar pek bilemez… Bu nedenle, kısa bir şekilde bunu anlatmaya çalışayım…
Kendini beden kabul eden insan tamamiyle bedene ait tatmin ve zevkler doğrultusunda yaşar ki, bilinç bu düzeydeki düşünceleri itibariyle “emmare nefs” adını alır…
Bilinç, kendinin beden olmayıp, bedenden sonra da yaşamı devam edecek madde ötesi bir varlık olduğunu farkettiği zaman; gerek kendi özünü, hakikatını tanıma yolundan alıkoyan davranışları, günahları, gerekse de düşünceleri dolayısıyla pişmanlıklar içine girer; yani arapçasıyla kendisine “levm” eder… Bu yüzden de “levvame nefs” adını alır… Bu anlayış içinde olan kişiye, abid, zahid, derviş gibi isimler verilir…
Bu pişmanlığın sonucunda kendi hakikatını araştıran bilinç, yaptığı çalışmalar ve aldığı ilhamlarla da farkeder ki, evrende varolan her şeyin aslı ve hakikatı “TEK“tir!.. Her şeyi vareden varlık her şeyiyle “TEK“tir ve “O”ndan gayrı da mevcut değildir!.
Öyle ise yine farkeder ki, “ben” dediği zaman işaret ettiği varlık eskiden beri zannedegeldiği kendisi değil, herşeyin hakikatı olan “O”dur!…
NEFS, bu noktadan çıkışla ve aldığı ilhamlarla, çok değişik tesbitlere erer ki; ilhamlar alan anlamına “mülhime nefs” diye isimlenir… Bu kişiye de “arif” denilir..
“Nefs“, bilincinizin rengine bürünen, “ben” kelimesiyle işaret ettiğiniz soyut varlığınızdır!.. “Hayat” sıfatının varlığını oluşturması sebebiyle “Ruh” ismini alır.. Kişilik bilincinin oluşması ertesinde birim “ruh”a izâfe edilir.. Bilince izâfetle “nefs” denilir ve bilinç mertebesine göre isimlenir.
“Ruh“la “hayat” bulmuş “nefs“te mevcut olan “Benlik” kavramının oluştuğu “bilincin seviyesinin adı“dır, “Nefs-i emmare“!.
“Nefs“in varoluş hükmü, bilinç düzeyine göre dilediğini yapmasıdır!..
“Nefs“in istekleri diye bilinen şeylerse, ya bedenin tabiatının gerektirdikleri, ya da şartlanmalarının getirdikleridir.
“Nefs“, bedende kendini tanıdığı ve beden kabul ettiği için; bedende gözünü açtığı için, bedenin istek ve arzularını, kendi istek ve arzularıymış gibi kabullenip, bedene dönük emirler vererek yaşamını sürdürür. Bu yüzden de tasavvufta “emmare nefs” adıyla anılır!.
Fakat, kendisinin bedenin ötesinde bir varlık olduğu yolunda bir açılım olursa o zaman yaşamı değişmeğe başlar. Ve kendisini geçmişte beden kabul edip, yalnızca bedene dönük bir yaşam sürüp, öz değerlerini bilememekten dolayı büyük bir pişmanlık duyarak, kendi kendine “levm” eder… Ki bundan dolayı da “levvame nefs” ismini alır aynı “nefs”!.
“Nefs“, öz`ü itibariyle, yani varlığının hakikatı itibariyle, Allah`ın bütün isimlerinin mânâlarını câmidir… “Nefs“in aslı “Nefs-i Küll”dür.
“Nefs-i Küll“, esmânın toplu olarak bulunduğu “Ruh-u Â’zâm“ın varlığıyladır; kudretinin açığa çıkmasıyladır; yansımasıdır, aynasıdır!.
Önemli olan Nefs`in kendisinde mevcut olan bu mânâları tanıyıp bilmesidir…
“NEFS”in kendini tanıyıp bilmesinin yedi mertebesi vardır…İnsanların geneldeki mertebeleri de yedidir… Yani bütün insanlar, bu yedi mertebenin birindedirler.
“Sadece yiyip-içip, sekse ve rahatıma dönük yaşamağa dair yaptığım çalışmalar, beni bir takım gerçeklerden alakoyuyor. Bu durumda, ben bazı çalışmalar yapmalıyım. Bu güne kadar zamanımı boşuna geçirmişim, ben bunları nasıl telâfi edeceğim” diye düşünüp pişmanlık duyar kendi kendine kızmağa başlar. Kendi kendine “levm” eder…
İşte bazı gerçekleri idrâk etmesi sonucu, kendi kendine kızmağa başlaması itibariyle bu Nefs`e, “Levvame Nefs” denmiştir…
Levvâme, başlı başına bir grup, Mülhime başlı başına bir grup, Mutmainne ise, Râdiye`yi de içine alan bir gruptur…
“Edeb”sizlik, özellikle “Mülhime“de başlar. Her ne kadar “Levvame“de kısmen varsa da edebsizlik hâli; edebe riayet etmeme hâli, özellikle “Mülhime”de oluşur..
Normalde, halkın “Şeriat düzeyi” dediği, “dinin sadece şekli hükümlerini yerine getirme” diye değerlendirilebilecek tefekkür yanı olmayan durum “Nefs-i Emmare” ve “Nefs-i Levvame” hâlleridir…
“Nefs-i Emmare”, şartlanmaları nedeniyle kendisini beden kabul eden bilincin, bedenin dürtüsel diyeceğimiz, tabiatı istikâmetindeki davranışlara tâbi olmasıdır.
Beden en güzel şekilde yemek-içmek ister, beden en güzel şekilde rahat etmek ister, beden en güzel şekilde seks yapmak, uyumak ister; şartlanmaları ne yönde ise onları yapmak ister…
Bunlar, bedenin tabiatı dediğimiz içgüdüsel davranışlardır.
Bedene tâbi duruma düşen bilinç, gerçek değerini yitirmiş, gerçek varlığından ve özelliklerinden örtünmüş bir hâlde; kendini beden kabul etmiş olarak yaşamına devam eder.. Tıpkı diğer canlılar gibi!…
Diğer yaratılmışlar da yer içer, çiftleşir, uyur, ürer… Bütün bunları yapmak için özel bir bilince ihtiyacı yoktur. Bedenin tabiatı-doğası, onu o istikamette sürükler götürür..
Oysa, insanı bilinçli bir varlık olarak diğer mahlûkattan ayıran şey, “tefekkür” dediğimiz derin ve kapsamlı düşünce; “muhakeme” dediğimiz, farklı şeyleri değerlendirmeye tâbi tutarak ortaya bir mânâ çıkarma özelliğidir..
Yani, bir insanın, insan olabilmesi için, gerçek yaşam değerlerini iyi kavraması, yaşam sistemi üzerinde yeterli araştırmalar yapması ve bu araştırmalardan çıkacak sonuçlara göre de kendine yön çizmesi zorunludur.
İşte bu düzey, tasavvufta “Levvâme Nefs” dediğimiz mertebede başlar.
Kişi, kendisinin beden olmadığını, bu bedenin belli bir süre sonra çürüyüp yok olacak bir nesne olduğunu, yeme içme seks gibi hâllerin bu bedenle birlikte sona erecek hâller olduğunu idrâk etmeğe başladıktan sonra bu defa sorgulamaya başlar:
“Peki ben neyim?… Ben kimim?…”
Belki şöyle diyeceksin:
“Burada yapamadık, göremedik, elde edemedik ama, oraya gittiğimizde yaparız..“
Hayır!.
Hiç öyle bir şey umma! Öyle bir şey söz konusu değil!.
“Orada bana filânca yardım eder de benim mertebem yükselir…”
Hayır! Böyle bir şey muhal!.
Hiç kimse senin mertebeni orada artıramaz!.
Bu devirde en çok kullanılan bir söz de şudur, özellikle târikatlarda;
“Biz bu durumda ölsek de önemli değil. Şeyhimiz orada bizim elimizden tutar. Bize mertebelerimizi atlattırır, yükseltir.“
Hayır!
Böyle bir şeye dair ne bir âyet vardır, ne de bir Hâdis vardır. Tamamen bir uydurma bir zan!.
Hiçbir şeyh, veli, evliyânın öbür tarafta, dikey bir yükselmeye dair, şefaati yoktur, şefaat edemez!.
Yatay genişleme olur. Ama, yatay genişleme kişiye mertebe getirmez. Yani, levvameden, mülhimeye; mülhimeden, mutnainneye; mutmainneden, radiyeye kişiyi geçirtemez! Velev ki, dünyada iken geçmiş olsun…
Dolayısıyla, nasıl bir gelişme umuyorsan, onu dünyada iken gerçekleştirmek zorundasın.
MESAJ 137
Gururu yaktı!.
Tek’lik bilgisinin getirdiği gururu… Bilginin kurbanı oldu!
Yaşanmayan teklik bilgisinin getirdiği gurura tâbi oldu!
Aşık olamadı… Aşk yakıp kavurmadı… Hamdı; pişip yanamadı!
Şeyhi de yoktu ki, teslim olsun da o kurtarsın!.
Egosu ağır bastı; aşkı yaşayamadı… Beğendi, ama çok!… Ne var ki sevemedi… Sevdiğinde yok olamadı… Fenâ bulamadı!
“Tevhid” ilmini öğrendi… “Yok”luğu yaşayamadığı için, “aşk”la yanıp her şeyinden geçemediği için, Mülhimede kalakaldı!. “O”nun tekliğine, şehadet edebildi sadece!..
Kâh emmâreye düştü, kâh levvâmede gezindi, kâh mülhimeye çıktı; fâsit daire mekânı oldu!.
Tevhidi, hayâlinde yaşadı!… Hayâlinde, tek oldu!. Avundu! Bazen, hayâlindeki teklikten öteye geçemediğini fark edip, levvâmeye döndü… Bazen de tevhid bilgisi ağır bastı, gene mülhimeye çıkardı!
Gençliğine geldi, “sözler canlıdır”, gerçeğini göremedi; dilinden, ağzından çıkanla kaderinin nasıl yönlendiğini, anlayamadı!
“Bende sevgi yoktur”, sözü pahalıya patladı; “aşk” ateşi yakmadığı için tüm varlığını; teklik hayâlinin dalgaları arasında, bir o yana bir bu yana geçti ömrü!. Takipçileri de “tevhidin dedikodusu”ndan daha öteye gidemediler elbette!
“Aşk” yaşanmadan; “aşk” uğruna tüm varlık feda edilmeden, “vahdet” yaşantısı kesinlikle açığa çıkmaz!.
TEVHİD BİLGİSİ, ASLA “VAHDETİ YAŞAMAK” DEĞİLDİR!
Halkın “Evliyâ”dan sandığı kişi, binde 999 çoklukla nefsi levvâme düzeyindeki zâhid sınıfı ile, nefsi mülhime’deki “ârif” sınıfıdır!. Oysa bunlar daha hakikatın oksijeni ile nefes bile almamış kişilerdir… Bunlar “Hak”ka urûc yolunda olup yüzü hakka dönük kişilerdir ki, işin mecâzıyla meşguldürler… Seyri enfüsî ile varlığın hakikatına erme yolunda yürümektedirler…
Rota nereden?…
Muhakkikler, beden, nefs, kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ diye bir tasnif yapmışlar…
Gene bu muhakkikîn, nefs mertebelerini de Emmâre, Levvâme, Mülhime, Mutmainne, Râdiye, Mardıye ve Sâfiye diye tasnif etmiş ve sıralamış kendilerine ulaşan bilgiye ve müşahedelerine dayanarak…
Bunlardan ne anlıyoruz biz?
Bir merdiven yedi basamaklı… Teker teker çıkacağız bu basamakları!!!.
Bunları çeşitli yükseklikte merdiven basamakları yerine; dıştan içe-öze sıralanan ve bir sonraki bir öncekini kuşatan boyutlar olarak düşünsek?
Buzun neresinde hidrojen ve oksijen atomları?. Beynin neresinde akıl?… Emmârenin neresinde Sâfiye?…
Yıllar önce, bir sohbette doldurduğumuz “NEFS” adlı kaseti hatırlayın!
Kişi tekâmül ederken, emmâre nefs bilincinden çıkıp levvâme bilincine; levvâme bilincinden çıkıp mülhime bilincine geçmez gerçekte; her ne kadar anlatım, açıklama sadedinde böyle konuşulsa da… O bilinç boyutunun bakış açısı kendisinden açığa çıkar!.
Herkeste bu yedi nefs mertebesi toplu halde, bir bütün olarak mevcuttur!.
Zaten öyle olmasa, kişi var olmaz!. Kişi, anlatım sadedinde yediye ayrılmış mertebelerin toplamı olarak vardır… Ne var ki, kişi bunlardan, bilincinde olduğu kadarını, müşahede eder.
Meselâ, Emmâredeki kişiye levvâmeyi anlatamazsınız; belki anlar gibi olur da HİSSEDEMEZ!. Ama levvâmedeki, hem emmâreyi anlar, hem de levvâmeyi… Mülhime’deki kimseye, mutmainneyi anlatamazsınız; ama o, hem mülhimenin farkındadır; hem de levvâme ve emmârenin ne olduğunu bilir…
Varın diğerlerini de buna göre kıyaslayın!…
Tasavvufta olayın temeli, kişinin bir mürşit elinde “nefs terbiyesi” görmesi esasına dayanır.
Her mürşidin yetiştiği bir yol vardır. O yolun esaslarına göre, kendisine teslim olan kişiyi, tekkede olabildiğince yanında yaşatarak, terbiye eder… Oturup kalkmasından, konuşmasına, yeme-içmesine, insan ilişkilerinde konuşma adâbına kadar!.
Bir mürşidin nasıl davranıp neler öğreteceği, konuyla ilgili kitaplarda detaylı bir şekilde vardır.
Bu terbiyeyi almış biri, daha “levvâme nefs” mertebesine ulaştığında, dedikoduyu, gıybeti, çekiştirmeyi; başkalarının arkasından konuşmayı, insanları maddi veya mânevi beklentileri uğruna istismar etmeyi, baş olma arzusunu, insanlara hakaret etme hâllerini geride bırakır.
“Ben şunları yaptım da karşılığını alamadım” diye sızlanan insan; yapması gereken en önemli ve önde gelen iş olan, emmâre “ben”inden kurtulamamıştır ki; “levvâme” bilincinden “mülhime“ bilincine geçmiş olsun!. Üstelik kâh kendini hak görür, kâh daha da ötesi!!!.
Yaşamı, yemek-içmek ve seks üzere kurulmuş; gününün çoğu, bunları düşünerek, bunların daha iyisini araştırarak geçen insan, “Sâfiye” mertebesinden söz etse; ya da “Mardiyye” bilgisinden dem vursa da, “Emmâre”den milim ileri gitmemiştir!.
“Mülhime” bilgisine bürünmüş “emmâre”nin; “levvâme”si de hemen hiç görülmemiştir neredeyse!.
Zira, “Mülhime bilgisi” onun Deccalı olmuş; “emmâre”sindeki Deccal cennetini tercih etmiştir!.
“Ben hakkım” diye bağırmaya başlamanın, “nefsi levvame” düzeyinde kendindeki hakikati yaşayamamanın bunalımı içindeki bilincin, “mülhime” düzeyindeki varlığının hakikatine ait ilhamları almasının sonucudur.
Kişi varlığın ve kendisinin hakikatini, orijinini sorgulamaya başladığı ilk aşamada, “BEN” – “EGO” – “ENE” merkezli bir düşünce sistemine sahiptir.
“Nefsi Emmâre” yani “emreden bilinç” diye tanımlanan bu kişilik, kendini yalnızca beden yapı olarak kabul ederek, bildiği her şeyin bu “ben“e ait olmasını ister.
“Ben” en iyisini yiyeyim, içeyim, her şey benim olsun!.. Maneviyat mı var, benim olsun… Mertebe mi var, en yükseği benim olsun! “Allah” mı var, ben, O`na en yakın olayım; türünden benliğine yönelik istekler hep düşüncesindedir…
Bu sorgulama ve düşünce içindeyken kişi, öğrendikleri ve yaptığı çalışmalar sonucu oluşan gelişmeyle yavaş yavaş farketmeye başlar ki, “Ben” dediği varlık, gerçekte yalnızca, “O” diye düşündüğü varlığın tasarrufundadır… Tüm varlığını “O“na borçludur. Her an varlığında “O” hükmünü sürdürmektedir. Ve dahi tüm varlıkta her an hükmü yerine gelen “O“dur!.
İşte bu anlayışa gelince, kendini hâlâ, “O”ndan ayrı olarak var sanmaktan dolayı eleştirmeye, yani kendi kendine “levm” etmeye başlar. “Niçin varlıkta mutlak hüküm süren olarak “O”nu bildiğim halde hâlâ karşımdakilerin yaptığını “O”ndan olarak göremeyip, “O”ndan perdeleniyorum” fikri, kendisindeki “şirk” anlayışı (şirki hafî) olarak açığa çıkar!
Bu ve benzeri, çeşitli “ikilik” bakış açılarına sık sık düştüğü için de hep kendine “levm” eder; yani kendini eleştirip üzülür. Bir an gerçeği düşünür; sonra olaylar içinde varlığın ve karşısındakinin hakikatinden perdelenmiş, gaflete düşmüş olarak uzunca bir süre bu süreçte yol alır…
“Levvame” bilinç anlayışının bu gerçek yüzünden söz etmeyen birçokları, meseleyi, çeşitli dinsel tekliflere itaatsizlik dolayısıyla edilen “levm“e bağlayarak çevrelerindekilere anlatmıştır! Bu da, onları, kendilerince bir gerekçeyle oyalamaktan başka bir şey değildir.
Bu süreç, “seyri enfüsî” ve “seyri afaki“yi de içine alan süreçtir. Kimi yollarda önce birincisi, kimi yollarda önce ikincisi yaşatılır kişiye.
Bu konularda geniş bilgi, “KENDİNİ TANI” ve “BİLİNCİN ARINIŞI” isimli kitaplarımda vardır.
Kesinlikle bilin ki…
“DİN” bilgisi bir bütündür!.
“DİN” bilgisi, “ALLAH” adıyla işaret edilenin, ilminden nasiplenme, işidir.
“DİN” bilgisi denince Kurân, Hadis ve bunların yüzeysel değil deruni manalarını deşifre etme ve kavrama ve yaşama ilmi olan tasavvuf anlaşılır.
Ezberledikleriyle âlim geçinip, akıllarının ermediği hadisleri yok veya uydurma sayanlar, “Sünnetullah“ı “OKU”yamadıkları ve sistemi farkedemedikleri için; idrak edemediğini inkâr eden bir zihniyete sahip kişilerdir!. İnkâr, zihnin sigortasıdır! Kişi idrâk etmekte aciz kaldığı noktada inkâr sigortasını attırarak düşünsel sağlığını korumaya çalışır!.
Din adamlarından, tanrıbilimcilerden (ilahiyatçılardan) “DİN“i öğrenemezsiniz! Onlar ancak konunun, olayın bir yönünün kırıntısını size anlatır. Uzmanlıkla perdelenmişlerdir tümü görmekten!
İlimde rüsuha ermemiş kişilerin, âyet veya hadis ezberleyerek âlim görünmeleri, ancak cahilleri kandırır.
“Nefsi levvame” ehli, hayatı yoğun ibadetle, zühd-takva ile geçen kişilerin, avamın evliyası olması gibi; ses kayıt cihazıymışçasına âyet veya hadis ezberlemiş, bilgisayar gibi bunları ekranından çıkartan beyinlerin, âlim kabullenilmeleri devrinin de sonuna gelinmiştir!.
Hicri 1400 yılı başlarında işlevine başlayan zamanımızın “Yenileyici“sinin (belki de hiç tanımadan geçip gideceğiz) ardından, 40 yaşında olarak açığa çıkacağı söylenen “Mehdî Rasûl (tazimen değil gerçekten)” zamanında, acaba niçin bütün tarikat ve mezhepler geçersiz olacaktır? Hiç derinliğine düşündünüz mü bu konuyu? O değerli Zat, gerçekten “Rasûl” oluşu gereği, “irsâl eden“den aldığı ilhâm ile mi kararlar verecek; yoksa bir mezhep veya bir tarikat veya bir cemâat anlayışının uygulatıcısı âlim imam mı olacak?
Samimi olarak, “DİN“i, “Allah” adıyla işaret edileni ve “eşyânın hakikatini” anlamak isteyen kişiler, bu işi ancak, bizzat yapacakları, derin çalışmalar ile gerçekleştirebilirler.