KURÂN’I ANLAMAK İÇİN ÖN BİLGİ

Ahmed Hulûsi

“OKU”mak amacıyla elinize aldığınız bu çalışmanın orijinali olan metin, gökteki bir tanrının, yeryüzündeki postacı-peygamberine indirmiş olduğu yazılı bir kitaptaki buyrukları veya fermanı, değildir!

O, âlemlerin Rabbi olanın irsâl ettiği (risâlet işleviyle açığa çıkardığı) Rasûlüne, (boyutsal derinliğinden bilincine) inzâl ettiği “Hakikat Bilgisi” ve “Sünnetullâh” açıklamasıdır!

Baştan vurgulayalım ki…

Okuyacağınız bu metin ne Türkçe Kurân’dır ne çeviri ne de meâl!.. Asla Kur’ân yerine geçmez! Kurân’daki çok anlamlı anlatımların bir-iki yönünü göstermeye çalışır ancak!

Bu metin yalnızca, Ahmed Hulûsi isimli Allâh Kulu’na bahşedilmiş bakış açısından Kurân’a açılan bir penceredir!.. Bu pencereden görülenlerin bir kısmının sizlere yansıtılmasıdır!

Bu penceredeki bakış açısının temeli nedir, bir misal ile anlatmaya çalışayım…

İnsanın iki gözü vardır ki, bu iki göz sağlıklı çalışırsa, baktığını şaşı görmez, tek ve net görür. Net ve tek göremeyenlerse bunu sağlamak için ya gözlük kullanırlar ya da lens!

“OKU”nası Kitap olan Evren’i ve “Sünnetullâh”ı sağlıklı “oku”yabilmek için de Allâh, Kur’ân ile bize, iki doğruyu görme camı vermiştir, gözlüğümüze takalım diye…

“Hakikati” net ve tek görmek için de basîrete ve ilim gözlüğüne ihtiyaç vardır ki onun iki camından biri “B” harfi ilmi, diğeri “El AHAD-üs SAMED” ilmidir!

Birinci ilim, Kurân’ın en başına konmuş “B” harfidir… Anlamı, TEK’in SEYRİ isimli kitabımda açıkladığım “Holografik Gerçeklik” paralelinde, Rasûlullâh (AleyhisSelâm)’ın bildirdiği “Zerre küllün aynasıdır!”açıklamasıdır. Birim veya zerre olarak algılanan her noktada, tüm “El Esmâ” potansiyeli ile mevcudiyetini anlatır.

İkinci ilim ise, Kurân’ın sonuna yerleştirilmiş olan “İhlâs” Sûresi’ndedir. “Allâh” ismiyle işaret edilenin, El EHAD’üs SAMED olduğu vurgusudur! “HÛ”dur! O’nun gayrı veya “dûnu” mevcut değildir! “Es Samed”“içine bir şey girmesi, katılması veya ondan bir şey çıkması, oluşması söz konusu olmayan som TEK’illik”anlamını ihtiva etmektedir.

Bu iki gerçek tek bir bakışı meydana getirmezse, Kurân’ın ruhu ve vermek istediği mesaj asla algılanamaz; gökteki ötendeki tanrı, yerdeki peygamber ve sen anlayışının doğrusu asla bilinemez!

Evet, okuyacağınız bu metin, “ALLÂH” ismiyle işaret edilen “El EHAD’üs SAMED” ise; bu mutlak gerçeğe göre, Kurân’ın işaretlerini nasıl değerlendirmemiz gerektiği, çalışmasıdır.

Elinizdeki bu çalışmanın, bildiğimiz kadarıyla, bir benzeri olmamıştır! Zira bugüne kadar, Kurân’ın gerçek mesajını – ruhunu – amacını yansıtmak yerine, derinliği olmayan ve tarihsellik yanına dayanan nakiller yapılmıştır. Çoğunun diliyse, okuyana, eline aldıktan kısa bir süre sonra kitabı bıraktıracak kadar çapraşıktır. Bire bir kelime çevirisine sadık kalmak amacıyla, zamanüstü edebî şaheser günümüzün anlam bulmacası olarak insanların eline verilmiştir.

Ayrıca bu edebî şaheser, okurken sık sık göreceğiniz gibi, pek çok gerçeği, dersi “evirip çevirip türlü misaller ile benzetmelerle” anlatmıştır, kendi tâbiriyle! İnsanlar tefekkür etsin diye… Ne yazık ki, anlayışı sınırlı çoğunluk bu benzetmeleri “muhkem” kabullenerek; gökte bir tanrı ile yeryüzündeki peygamberi ve de gökten inmiş yazılı kitap – ferman anlayışına kadar sürüklemiştir.

İnanıyorum ki, temel bakış açısı hakkıyla okuyucuya yansıtılabilirse, insanların bu yüce “BİLGİ”ye bakışı ve değerlendirmesi çok farklı olacaktır.

Bu nedenledir ki, “OKU”maya başlamadan önce, bize göre, “KİTAP – BİLGİ”nin temel bakış açısını ve bazı kavramları açıklamaya çalışacağım.

Kurân’ın temel fikri, insanların, ALLÂH ismiyle işaret edileni anlamaya çalışmaları, tanrı kavramı fikriyle “şirk”e (düalizm-ikilik) düşmekten korunmalarıdır.

İnsanın, gökte veya yerde bir öte – dışsal tanrı kabulü açık “şirk”; “Allâh” yanı sıra, O’ndan ayrı (benliği dâhil) bir güç kuvvet sahibi varlık kabulü de gizli “şirk” olarak tanımlanmaktadır.

“İnsan”lığa hitaben nâzil olmuş “BİLGİ” (Kitap), kendisini değerlendirecek olanları şöyle uyarıyor:

“Şirk (bir yanda tanrı diğer yanda her şey) düşüncesine sahip olanlar pistir!”

(ŞİRK) pisliğinden (ben ve tanrı anlayışından) arınmamış olanlar Ona (o BİLGİYE – Kurân’a) dokunmasınlar!” (Çünkü anlayamazlar!)

“Muhakkak ki şirk (Allâh ismiyle işaret edilen yanı sıra veya dûnunda bir varlık olduğunu kabullenmek) büyük zulümdür!”

“ALLÂH’ın kesinlikle affetmeyeceği tek suç, ŞİRK’tir; bunun dûnundakileri dilediğine affeder!”

“ŞİRK” anlayışından kurtulmak için de “Allâh” adıyla işaret edilene iman edilmesi istenmektedir.

“Allâh”a imanın iki mertebesi Kurân’da açıklanmaktadır:

A) Allâh’a (içinde şirk de bulunabilen) iman… 

B) “B” işareti kapsamıyla Allâh’a iman.

Birincisi, ötende bir “tanrı” vehminden kaynaklanan açık “şirk” anlayışından arınmanın gereğini açıklamaktadır.

İkincisi, “gizli şirk” diye tanımlanmış bulunan, “benliğini, rabbine (Hakikat’in olan El Esmâ’ya) şirk koşma”anlayışından arınmayı anlatmaktadır.

Şimdi Müslümanların çoğunluğunun ciddiye almadığı, “tasavvuf” deyip bir kenara attığı çok önemli hakikat bilgisinin“gizli şirk” diye tanımlanan yanılgıyı nasıl açıkladığına ve bu olayın Kurân’da nasıl yer aldığına dikkatle kulak verelim:

Hamdi Yazır’ın meâlinden naklen veriyorum, “Sen yanlış anlamışsın” diyecekleri bundan vazgeçirmek için! Dikkat buyurun, hitap geçmiş halklara değil Rasûlullâh Muhammed Mustafa AleyhisSelâm’adır ve çevresindekilerin bir kısmının imanından söz edilmektedir:

Yûsuf Sûresi (12), 102. âyetten 107. âyete kadar olan bölüm:

“[Ey Muhammed!] Bu[nlar] işte, gayb haberlerinden; sana onu vahy ile bildiriyoruz, yoksa onlar işlerine karar verip mekr [/hile ve düzenler] yaparlarken sen yanlarında değildin.
Ve [şunu da unutma ki] insanların ekserisi –sen ne kadar [iman etmeleri için] hırslansan [da]– mümin [olacak] değildirler.[Oysa sen] buna karşı[lık] onlardan bir ecir [/ücret] de istemiyorsun, O ancak bütün âlemine [/insanlara] [ilâhî] bir tezkire [/hatırlatma ve nasihat]tir. Bununla beraber, göklerde, yerde [ibret alacak daha] ne kadar âyet [/işaret] var; [fakat ne yazık] ki üzerine uğrarlar, onlardan yüz çevirir geçerler.

Onların ekserisi Allâh’a şirk koşmaksızın iman etmez.”

Şimdi burada “Akıl ve İman” isimli kitabımı yazmama sebep olan çok önemli âyeti – uyarıyı görelim… 4.Nisâ Sûresi 136. âyeti Rasûlullâh’a geliyor ve çevresindeki iman etmişlere hitap ediyor:

“Ey iman edenler; Aminu ‘B’illâhi…” Yani, “Ey iman edenler, ‘B’ harfinin taşıdığı anlam kapsamında iman edin Allâh’a…”

Ne demek bu?

Şu demek: Yalnızca Allâh isimlerinin işaret ettiği mânâlardan oluşan âlemler içinde sizin de hakikatiniz, varlığınız-vücudunuz Allâh adıyla işaret edilenin Esmâ’sından meydana gelmiştir. Rabbiniz, hakikatiniz olan bu Esmâ’dır. Dolayısıyla hem derûnunuzda hem de karşınızda Allâh Esmâ’sının açığa çıkışından başka bir şey yoktur. Bu “Hakikat”e ters düşen bir şekilde, var gördüklerinizi, Allâh dûnunda bağımsız-ayrı bir varlık (tanrı) gibi düşünüp kabul ederek şirk koşanlardan olmayın. Bunu yapmanın getirisi dünyada ve sonsuz geleceğinizde yanmaktan başka bir şey değildir.

Ama çoğunluğun bunu kavrayacak akılla (Esmâ bileşimi olarak) açığa çıkmadığını da gene şöyle belirtiyor Kur’ân Bakara Sûresi (2) 8. âyetinde:

“İnsanlardan bir kısmı ‘B’ harfinin işaret ettiği anlam kapsamında Allâh’a ve sonsuz geleceğimize iman ettik derler… Ama onlar ‘B’ işareti kapsamında iman etmiş müminler değillerdir.”

İşte bu sebepledir ki, “B” harfinin işaret ettiği muazzam anlamın “gizli şirk” diye geçiştirilen bir şekilde örtülmesi; bu konuya hiç önem verilmemesi, sonuçta “Gökte tanrı yerde Ben” anlayışını yerleştirmiş ve bugünkü noktaya gelinmiştir.

Oysa…

Şirk anlayışının geçersizliği daha ilk âyet (sûre) olan “Besmele”de “B” harfiyle anlatılmaktadır. Kur’ân yorumcularının pek çoğunun yetişme şartlanmaları gereği örttüğü bu anlam, Hz. Âli tarafından açıklanmıştır 1400 küsur yıl önce ilk defa.

Şahı Velâyet Hz. Âli, Kurân’daki, o gün için “sır” kabul edilen bu gerçeğe şöyle işaret etmiştir:

“Kurân’ın sırrı Fâtiha’da; Fâtiha’nın sırrı B-ismillâh’ta; B-ismillâh’ın sırrı da ‘B’ harfindedir. Ben, (Arapçadaki yazılışı itibarıyla) ‘B’nin altındaki NOKTA’yım!”

Hz. Âli’nin işaret ettiği bu gerçeklik, Kurân’ın okunmaya başlanılan ilk âyeti olan “B-ismillâh”ın başındaki “B”harfinde, daha sonra da pek çok yerinde bir uyarı işareti anlamına gelmektedir.

Merhum Hamdi Yazır hazırlamış olduğu Kurân Tefsirinde; Ahmed Avni Konuk Fusûsu’l Hikem Şerhinde; Abdülaziz Mecdi Tolun, “İnsan-ı Kâmil” şerhinde, bu mânâya dair gerekli uyarıyı yapmıştır.

Biz de penceremizden bu kutsal metne bakarken, âyetleri, “B” harfinin kullanılmış olduğu yerlerdeki işareti ve anlamıyla değerlendirmeye çalıştık elimizden geldiğince. Çünkü Kurân’ın, “B” harfinin işaret ettiği anlam doğrultusunda “OKU”nmaya başlanması gereği vurgulanmaktadır “B-ismillâh” ile. “B” harfinin işaret ettiği anlam kişinin yaşadığı mutluluk veya mutsuzluğun, kendi derûnundan, hakikatinden gelen mânâlar doğrultusunda yaşandığı gerçeğidir. Kişinin cehennemini veya cennetini yaşaması “elleriyle yaptıklarının (kendilerinden açığa çıkanların) sonucudur; yani; kendindeki “Esmâ” mânâlarının açığa çıkmasıyla oluşmaktadır, vurgusuna işarettir “B” uyarısı!.. Bu yüzden de her sûre başında “B-ismillâh” yer alarak, bu hatırlatma yapılmaktadır.

“B”ismillâhirrahmânirrahıym, başlı başına bir sûre hükmündedir bize göre.

Bizâtihi Kurân’ın ve yeryüzünde yaşamış en muhteşem beşer olan Muhammed Mustafa (AleyhisSelâm)’ın açıklamalarını temel alan, “ALLÂH” adıyla işaret edilmiş Mutlak Hakikat’in gösterdiği hedef kavranılmadan, Kurân’ın anlaşılması mümkün değildir.

Eğer bu hedef fark edilmezse, Kurân’a, -esasla ilgisi olmayan bir şekilde- çeşitli yaklaşımlar edinilebilir. O, bir tarih kitabıdır; O, bir iyi ahlâk kitabıdır; O, bir toplumsal düzen kitabıdır; O, bir evren bilgisi kitabıdır; vs.!

Oysa Kurân’ın önyargısız ve şartlanmasız “OKU”nması hâlinde görülecek en keskin gerçek, insana “şirk”anlayışını terk ettirecek ipuçlarını vermesi ve bu realite doğrultusunda bilincini arındırmasının yolunu öğretmesidir. Çünkü insan, yaratılış özelliği dolayısıyla ölümsüzdür! “Ölümü yalnızca tadar” ve çeşitli “Bâ’s”aşamalarından geçerek “ölümsüz” olarak sonsuza dek yaşamına devam eder!

Ölüm, kişinin kıyametinin kopup, beden perdesinin kalkarak kendi hakikatini müşahede etmesi ve daha sonra da bunu hayatında ne kadar değerlendirebildiğinin sonuçlarını yaşamaya başlamasıdır. Çalışmamızı “OKU”manız sırasında bunu net göreceksiniz.

Bu yüzdendir ki…

İnsan, kendi hakikatini tanımalı, kavramalı, yaşamını buna göre değerlendirerek, “Hakikatinden”kaynaklanan “kuvveleri” değerlendirerek “cennet” yaşamını kazanmalıdır; “Rabbi” elvermişse! Rabbine yönelmek ise dışa değil; kişinin kendi hakikatindekine yönelmesi diye anlaşılmalıdır ki salâtın ikamesi yani namaz da bunun yaşanmasıdır içe dönük bir şekilde.

Bu noktada şunu iyi anlamak zorundayız…

Yenilen” isimli kitabımda çeşitli yönleriyle açıklamaya çalıştığım şekilde; evren içre evrenler tanımlamasıyla tanımladığımız yapı, hakikati itibarıyla, “çok boyutlu tek kare resim” veya “holografik Tekil bilgi – enerji okyanusudur” tüm boyutlarıyla, bize göre! Bu okyanus, her damlasında tümünün özellikleri mevcut olan bir okyanustur! Kuantum Potansiyeldir!

Rasûlullâh (AleyhisSelâm)’ın da “Zerre küllün aynasıdır!” uyarısı ile açıkladığı gibi.

Hazreti Muhammed’in Açıkladığı ALLÂH”isimli kitabımda detaylarıyla anlatmaya çalıştığım şekilde, “ALLÂH” ismiyle işaret edilen yanı sıra veya “dûnunda” yani kavram, kapsam ya da başka herhangi bir ölçütle denkliği söz konusu olabilecek ikinci bir varlık mevcut değildir.

Bu gerçek dolayısıyladır ki Kurân’da “İkinin ikincisi” olarak tanımlanan Hz. Ebu Bekir ve Hz. Âli’den günümüze uzanmış düşünce ve müşahede zincirinde yer almış kemâl sahipleri hep aynı realiteyi dillendirmişlerdir: “Allâh var, gayrı yok!” İşte bu yüzdendir ki, “HAMD” sadece Allâh’a ait bir olgudur! Kendi kendini değerlendirmek durumundadır, gayrı olmadığı için!

“Şirk” aslı olmayan, “vehmedilen” bir kavramdır!

İnsanlar, “vehimleriyle” bu olguya düşerek, “çokluk algılanması ardındaki gerçek Tek’lik”ten perdelenirler! Bunun sonucuysa, kendini yalnızca madde beden kabul ederek yaşamak, ölüp yok olup gitmek (küfür); ya da benliği yanı sıra gökte veya derûnunda bir tanrı kabullenmektir (şirk)!

Oysa Kur’ân ve Rasûlullâh açıklamalarına dayalı Allâh ehli müşahedesine göre işin aslı şudur:

Kendisinden gayrı mevcut olmayan “HÛ”İlminde (ilim boyutunda), İlmiyle“El Esmâ ül Hüsnâ”tanımlamasıyla işaret edilen özelliklerini (Kuantum Potansiyel), “İlmini” seyretmiştir… Bu seyrin başı ve sonu yoktur. “HÛ”, bu seyrettikleriyle kayıtlanıp sınırlanmaktan münezzehtir (âlemlerden Ganî’dir).

İşte hakkında konuşulan âlemler ve içindeki her şey, “El Esmâ” seyri mertebesinde, seyrin oluşumuyla; ”yok” iken “El Esmâ” özellikleriyle ”var” olmuştur!

Hakkında söz edilen her şey, “Allâh isimleri” diye kısaca bahsedilen ve “El Esmâ” ile işaret edilen özelliklerin sanki bir bileşim şeklindeki açığa çıkışlarıdır. Tıpkı, yüz küsur atomun değişik bileşenler hâlinde algılanan sayısız madde ve canlı türlerini meydana getirmesi gibi.

Belki şöyle de diyebiliriz… Zaman ve mekân ötesi yapı olan Kuantum Potansiyel, “Esmâ” ile işaret edilen özellikleri itibarıyla kendi kendini “seyr” hâlindedir ve durum bundan ibarettir. Hz. Âli’nin “İlim bir nokta idi, onu cahiller genişletti” UYARISIise; “nokta” diye işaret olunan “Kuantum Potansiyel”in, algılayana göre algılananları meydana getirmesidir ki; bu algılayanlar “cahil” olarak tanımlanmıştır.

“El Esmâ ül Hüsnâ” genel hatlarıyla doksan dokuz olarak anlatılmışsa da esas itibarıyla, detaylarıyla sayısızdır!

Algılanan veya algılanmayan her ne varsa, hepsi de bu “El Esmâ” (Allâh isimleri) ile dikkat çekilen özelliklerden meydana geldiği içindir ki; bu oluşturmaya “âlemlerin Rabbi” tanımlamasıyla işaret edilmiştir. “Rabbin” ya da “Rabbi” tanımlamaları ise, algılanan birimin oluşumunu meydana getiren “El Esmâ bileşimi – terkibi” anlamınadır.

“Bi-izni Rab” tanımlaması, ilgili birimin “El Esmâ bileşiminin o şeye elvermesi” durumunu anlatmaktadır.

“Bi-iznillâh” ise yerine göre iki anlama gelir… Ya “âlemleri yaratış muradına göre o işe elverişli Esmâ bileşimi” ya da “birimin oluşumundaki amaca göre Esmâ bileşiminin elvermesi”. Çünkü, Ulûhiyeti ile kendinden gayrı olmayan TEK’tir!

Bu TEK’lik anlayışı dolayısıyla, Kurân’ın vurguladığı önemli bir husus da şudur:

Her birim kendisinden açığa çıkanın sonucunu yaşayarak hayatına devam eder. “Ceza”, yapılanın karşılığı ya da anlatımımızla sonucu anlamındadır. Onun için de sık sık, “kendilerinden çıkanın sonucunu yaşayacaklardır, kullarına zulmeden bir tanrı yoktur” anlamında vurgulama yapılır.

“Herkese hakkı verilir”in anlamı, hangi amaçla, hangi işlevi ortaya koyması için yaratılmışsa, o yaratılış amacına göre hakkı verilir, demektir.

“Korunmak” ya da “Allâh’tan korunmak” şeklinde anladığımız “takva” olayı, “kişinin, yaratılmış olduğu ‘Esmâ’sı gereği elleriyle yaptıklarının sonucunu, kaçınılmaz bir şekilde yaşamak” durumunda kalacağı realitesi nedeniyle, hoşlanmayacağı şeyleri yaşamaması amacıyla, yanlış davranışlardan korunmasını tanımlamaktadır.

Kur’ân, işaret ettiğimiz üzere, gökteki tanrıdan yeryüzündeki postacı-peygambere aracı varlıklarla yollanmış yazılı bir kitap değildir. Rabbin’den yani hakikati olan “Esmâ mertebesi”nden bilincine inzâl olan (boyutsal açığa çıkış) Hakikat ve “Sünnetullâh” BİLGİ’sidir!

Kur’ân, “Ulül Elbâb” indînde, “teklif” görünümünde “tespit”ten ibarettir!

“KİTAP”, “Hakikat’i ve Sünnetullâh’ı içeren BİLGİ” anlamınadır.

“Hakikat BİLGİSİ” oluşu itibarıyla birimin, algılanan veya algılanamayan her şeyin “Hakikat”ini açıklarken; “Sünnetullâh BİLGİSİ” olması itibarıyla da, “birimin sonsuza dek içinde yaşayacağı boyutların varoluş ve işleyiş Sistem ve Düzeni”ni bildirmektedir.

İnsan, arzda “halife”dir… Bu hem dünya anlamına hem de beden anlamına değerlendirilir. Çünkü “insan”beden ötesi bir yapıdır; ve bedeni terk ettikten sonra da birçok “Bâ’s” oluşla yaşamına devam eder sonsuza dek.

İnsana yapılan teklifler, hep onun, kendini “Hakikat”iyle tanıyıp, bunun gereklerini yaşaması ve “Hakikat”inde bulunan özellikleri – kuvveleri keşfedip değerlendirmesi amacına dönüktür. Yasaklamaların ardında da hep kişinin kendini beden kabullenerek, ölümü tattıktan sonra hiçbir anlamı kalmayacak nefsanî zevkler uğruna kendisine verilen potansiyeli boşa harcamasını engellemek amacı gütmektedir. Çünkü mevcut potansiyeli, “Hakikat”ini keşfederek dünya ve ölüm ötesi yaşamdaki güzellikleri elde etmesi için verilmiştir.

Eğer bu çalışmamız Kurân’ı biraz daha iyi değerlendirmenize hizmet verdiyse, bunu nasip etmesinin şükründe aczimi itiraf ederim. Yaptığım iş kulluğumun zorunlu gereğiydi. Başarı yalnızca Allâh’ın lütfu iledir! Bu hizmetteki yetersizliklerimden, hata ve kusurlarımdan dolayı da bağışlanmamı niyaz ederim. Zira bir kulun Allâh kelâmını hakkıyla değerlendirmesi olanaksızdır!

 

AHMED HULÛSİ
25 Ekim 2008
North Carolina, USA