İNSAN, DÜNYA, EVREN, İSLÂM

Ahmed Hulûsi

Gerçek dünyamız, “KOZA”mız! Oysa, “KOZA”mızı gerçek Dünya sanıyoruz! “Kozamız”ın dışındaki gerçek Dünya’dan acaba haberimiz var mı? Nerede yaşıyorsunuz şu anda? Bu soruyu kime sorarsak soralım, herkes, doğal olarak şu cevabı verecektir: “Elbette Dünya’da yaşıyorum!”

Tabii bu, “Nerede yaşıyorsun?” sorusunun cevabı… “Elbette Dünya’da yaşıyorum!”

Birisine deseniz ki; “Sen uzaylısın!”,“Hayır… Olur mu öyle şey?” der… Veya “Ben Dünyalıyım” der. Peki ama o Dünya, uzayda değil mi? Uzayın içinde gezmekte olan bir dünya üzerinde değil miyiz? Eğer gerçekçi bir biçimde bakarsak; uzayın içinde bir zerreyiz, uzaydan bir parçayız. Ama biz, kökleri asırlar öncesine uzanan bir şartlanmamız sonucu; “Biz sâbit bir Dünya’da yaşıyoruz; Güneş ve hatta bütün Kâinat bizim sâbit Dünya’mızın çevresinde dönüyor!” düşüncesine, fikriyatına dayalı olarak, kendimizi Dünyalı kabul ederiz de uzaylı olma fikrini reddederiz; Dünya’yı da Kâinat’ın merkezi sanarak!!!

Son asrın, son yılların getirdiği bilgiler, bilim, hâlâ pek çoğumuza bazı gerçekleri fark ettirmemiş!

Diyoruz ki: “Biz Dünyalıyız!”

Evet… Her ne kadar Dünyalı isek, Dünya üzerinde var olmuşsak da, acaba bu Dünya, neye göre Dünya?.. Nasıl ve nerede bir Dünya?..

Yine sorsam size ki “Kaç yaşındasınız?”; kiminiz “30”, kiminiz “50 yaşındayım” diyeceksiniz…

Acaba gerçekten 30 ya da gerçekten 50 yaşında mısınız?..

Yani, neye göre 30 veya 50 yaşındasınız?

Biliyoruz ki; üzerinde yaşadığımız Dünya, Güneş’in çevresinde dönen uydulardan bir tanesi. Güneş’ten yaklaşık yüz elli milyon kilometre ötede, Güneş’in çevresinde dönüp duruyoruz.

Âdeta bir bakır tepsi, bir bakır tas, bakır sahan gibi gördüğümüz Güneş, gerçekte ise, bizim üzerinde yaşadığımız Dünya’dan 1.333.000 defa daha büyük bir hacme sahip.

Biz, “Dünya üzerinde yaşadık, yaşıyoruz” diyoruz ve Dünya’nın Güneş çevresindeki bir turunu tamamladığı sürece de “Güneş yılı” diyoruz. Bir de “Ay yılı” var, daha kısa…

Dünya’nın Güneş çevresinde 30 defa tur atması anlamında da “30 yaşındayım” diyoruz. Yani “Ben Dünya’ya geldiğimden beri Dünya Güneş’in çevresinde tam 30 tur attı” demek istiyoruz. Ve buna göre zaman biçiyoruz kendimize.

Yalnız bu arada çok önemli bir gerçeği görmezlikten veya bilmezlikten geliyoruz; veya gerçekten bilmiyoruz, farkında değiliz bu gerçeğin…

Zira belki de “kozamız”ın içinde böyle bir değer, böyle bir bakış açısı yok!

Evet… Gerçekten biz, her birimiz, kim olursak olalım kendi “kozamız”da yaşıyoruz ve “kozalar arası”iletişimde bulunuyoruz; ama her birimiz bir diğerimizle ya kendi kozamızdan ya da onun kozasının içindeki değerlerden söz ederek iletişim, dolayısıyla da ilişki kuruyoruz. Kozanın dışındaki, benim veya senin kozanın dışındaki gerçek yaşam boyutlarından, değerlerinden hiç haberdar değiliz!

Haberdar olmak da istemiyoruz esasında!

Belki de korkuyoruz… Düşünmekten korkuyoruz!.. Kafamızın karışmasından korkuyoruz!

Bilinmezden korkuyoruz veya altından kalkamayacağımız, üstesinden gelemeyeceğimiz şeylerden korkuyoruz!

Kozamızın dışındaki gerçekler ne?

Hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir kesin gerçek içindeyiz şu anda;

“Dünya’da varız ve belli bir süre sonra Dünya’da yok olacağız!.. Dünya’da ortalıkta görünmeyeceğiz!”

Yani, “ÖLÜM” dediğimiz bir olay yaşayacağız!

Şu anda yaşadığımız Dünya’da fark etmemiz gereken bir şey var, o da şu:

Dünya nasıl Güneş’in çevresinde bir turunu tamamladığı zaman “1 yıl geçti” deniyorsa, aynı şekilde Güneş dediğimiz yıldız da içinde bulunduğumuz ve “Samanyolu” adını verdiğimiz Galaksi’nin merkezi etrafında tur atıyor.

Bizim Dünya’mız ve biz, Dünya ile birlikte Güneş’e tâbi bir biçimde, Güneş’le beraber Galaksi’nin merkezi etrafında tur atmaktayız.

Güneş, “Samanyolu” adını verdiğimiz bu Galaksi’nin merkezinden yaklaşık 32 bin ışık yılı mesafeden, Galaksi’nin merkezi çevresinde tur atıyor ve bir turunu tam 255 milyon yılda tamamlıyor.

Yani Güneş’in 1 yılı, tam 255 milyon yıl sürüyor!

Biz Dünya’ya nispetle, “1 yıl” dediğimiz zaman 365 günlük süreci anlatmaya çalışıyoruz; ama Güneş’in Galaksi’nin merkezi etrafında atmış olduğu bir tur, yani bizim Dünya’mızın Güneş’e tâbi olarak, Güneş’le beraber Galaksi’nin merkezi etrafında attığı bir tur, 255 milyon yıl sürüyor!!! Gerçek Güneş yılı 255 milyon yıl!

Güneş etrafındaki Dünya turuna nispetle değil de, Galaksi merkezi çevresindeki dönüşümüze nispetle “YIL”dan söz edersek, 255 milyon yılda “bir yaş” yaşamış oluyoruz!!!

Anlatabiliyor muyum?..

Şimdi iyi düşünmeye başlayalım bu rakamlar üzerinde…

Şu anda Dünya üzerinde varız, fakat bir süre sonra “ölüm” dediğimiz olayla birlikte Dünya bizim gözümüzün önünden kaybolacak!

Çünkü, biz Dünya’yı 5 duyuyla algılıyoruz. Gözbebeğinin görme sınırlarına göre ve KADARIYLA gördüğümüz bir Dünya’da, dünyamızda yaşıyoruz!!!

Dört bin ile yedi bin angström arasındaki dalga boylarını göz bebeğimizin beynimize yollaması; beynimizin bu 4.000-7.000 arasındaki dalga boylarını değerlendirmesiyle, “görüyorum” dediğimiz her şeyi algılıyor ve onları “var kabul ediyoruz!”

Yine kulağımızın 16-16.000 hertz arasındaki dalgaları beynimize iletmesiyle birlikte “duyuyoruz” dediğimiz şeyleri algılıyoruz ve Dünya’nın varlığına da bu beş duyuyla kanaat getiriyoruz ve “Dünya işte var!” diyoruz veya “yok” dediğimiz şeyler için de bu beş duyuya bağlı olarak algılayamadığımız için “yok” diyoruz!

Oysa bu duyu sınırlamasına dayalı olarak “YOK” dediğimiz gerçekte “var” olan şeylerin ne haddi var ne de hesabı!!! Cahillikten dolayı “YOK” sandıklarımızın, gerçekte “VAR” olanların hesabını kimse bilemez!

Şu anda var saydığımız, var kabul ettiğimiz, üzerinde yaşamakta olduğumuz Dünya, “ÖLÜM” dediğimiz olayla birlikte beş duyu (kesitsel algılama) alanımızdan dışarı çıkacak, kaybolacak! Ancak, biz, gene Dünya’nın manyetik çekim alanı içinde, beyin ürettiği için, RUH denilen veya “astral beden” veya “ışınsal-holografik beden” denilen bir yapıyla yaşamımıza devam edeceğiz; yine Güneş’e tâbi bu manyetik alan içinde!..

(Ruhun beyin tarafından üretilmesi konusunun detaylı açıklamasını, “İNSAN ve SIRLARI”, “RUH İNSAN CİN”, “DİN’İN TEMEL GERÇEKLERİ” kitaplarımızdan okuyabilirsiniz.)

Şu anda nasıl ki Dünya üzerinde yaşarken, Güneş’in çekim alanına tâbi olarak Güneş’in çevresinde yaşamımıza devam ediyorsak; Güneş’in ışınsal platformu üzerinde bu yaşamımız devam ediyorsa; “ÖLÜM”dediğimiz olayla birlikte madde bedenden kopmamıza, madde Dünya artık bizim için “Yok” hükmüne girmesine rağmen, aynı şekilde RUH boyutunda RUH bedenle, Dünya’nın manyetik çekim alanına tâbi olarak, Von Allen kuşağı içinde kalan manyetik çekim alanında ve Güneş’in ışınsal platformu üzerinde, yani şu an mevcut olduğumuz alanda yaşamımıza yine devam edeceğiz.

Ancak bu yeni geçtiğimiz RUH boyutunda ruh bedenin algılama özelliği dolayısıyla Dünya’nın nazarımızdan kaybolmasıyla birlikte, Güneş’in ışınsal platformu üzerinde gene yaşamımıza devam edeceğiz.

Peki… Bu aşamada, hangi yaşam boyutuna tâbiyiz; Dünya gözümüzden kaybolduğuna göre?..

Dünya’nın, gündüz ve gece ve de zaman ölçüleri ortadan kaybolduğuna göre; Güneş’in çevresinde biz turumuzu atmaya devam ettiğimize göre; “Güneş’in zaman boyutu”na tâbi olacağız! Yani Güneş’in 1 yılı olan 255 milyon yıllık süreç, 1 yıl hükmüne gelecek bizim için!

255 milyon yıllık süreç yeni “1 yıl”ımız olacak bizim, bu yeni yaşantı boyutumuzda, Güneş yılı itibarıyla!

Biz, Dünya’da 70 yıllık bir ömür sürsek, 70 yıl yaşadığımızı kabul etsek; 70 yıl sonra Dünya’dan ayrıldığımız zaman, 255 milyon yıllık sürece göre, bir Dünya ömrü nedir?

Güneş’in, bizim şu anki algılamamıza göre 255 milyon yıl süren, 1 yıllık zaman ölçüsü içinde, bizim 70 yıllık hayatımızın değeri nedir?

255 milyon yılda, 70 yılın ne olduğunu anlamak için bir hesap yaparsak, görürüz ki 70 yıl dediğimiz süreç, Güneş’in kendi yılı içinde, sadece 8,6 saniyedir.

Yani, 70 yıl yaşadıktan sonra bu Dünya’dan ayrılmış kişi, bu Dünya’dan ayrıldıktan sonra, Dünya onun gözünün önünden kalktıktan sonra, Güneş zaman boyutunu algılamaya başladığı zaman, diyecektir ki:

“Ben Dünya’da ne kadar kaldım acaba?.. Bir rüya süresi mi?”

Kurân’da, Nâzi’at Sûresi’nin son âyetinde;

“O’nu gördükleri süreçte, sanki onlar (dünyada) hiç kalmamışlardır! Ancak bir Aşiyye (Güneş’in ufukta batma süresi) yahut onun battıktan sonraki kalan aydınlık süresi kadar dünyada yaşamış olduklarını sanırlar.” (79.Nâzi’at: 46)

Bu ölüm ötesi yaşam boyutunun değerlerini fark eden insanın kullanacağı kelime olarak, “AŞİYYE” kelimesi geçiyor; AKŞAM NAMAZI VAKTİ süreci!

“Akşam namazı vakti”, bilindiği gibi, Güneş’in kızıllığının ufukta kaybolup, ancak, ortadaki alaca bir karanlığın, mutlak karanlığa dönüşmesi sürecidir.

Güneş’in görünmez olup, aydınlığının var olduğu, henüz ortaya karanlığın çökmediği bir süreç!

Çok az dakikalarla ölçülen bir süreç!

Ufukta bakarsınız Güneş görünmez oldu; kızıllığı kayboldu; derken, bir alacakaranlık… Sağı solu görürsünüz ama, bir bakarsınız, kapkaranlık oluverir ortalık aniden.

İşte Nâzi’at Sûresi’nin son âyetinde, o zaman boyutuna, yani ölümle birlikte Dünya zaman boyutundan çıkıp; Âhiret, KABİR ÂLEMİ, “Berzah Âlemi” denen zaman boyutuna geçen; gerçek anlamıyla, Güneş zaman boyutunu algılayan kişinin fark edeceği olay budur!

Şu anda Dünya yüzeyinde yaşıyorsunuz… Madde hissinden, maddeyi algılayan kesitsel algılama araçlarının getirdiği zaman duygusundan yola çıkarsak, gördüğünüz bir rüya, ortalama 45-50 saniye sürüyor.

O 45-50 saniyelik rüyayı görürken, içinde yaşadığınız zaman size ne kadar uzun geliyor… Fakat uyanıp, ertesi gün o rüyayı düşündüğünüz zaman; “bir rüya…” diyorsunuz. Çok kısa bir an gibi geliyor. O çok kısa, bir an gibi gelen gördüğünüz rüya, ortalama 45-50 saniye sürüyor.

45-50 saniyelik rüya, uyandığınız zaman, belli bir süre geçtikten sonra, bakıyorsunuz ki BİR AN!

Öte yandan bildiriliyor ki, “ÖLÜM” denen olayla birlikte “BERZAH boyutu”na yani “geçiş âlemi boyutu”na, Kabir âlemine, yani “Güneş platformu boyutu”na geçtiğiniz anda diyeceksiniz ki:

“Acaba Dünya’da bir akşam alacakaranlığı kadar mı kaldık?”

Kurân’daki Nâzi’at Sûresi’nin son âyetindeki hüküm bu!

Yine aynı konuya Mu’minûn Sûresi’de değiniliyor:

 “Dediler ki: ‘Bir gün ya da günün birazı kaldık… Sayanlara sor!’ Dedi ki: ‘Ancak az (bir süre) kaldınız, eğer gerçekten bilseydiniz!’” (23.Mu’minûn: 113-114)

Şimdi…

Burada önemli olan nokta şu:

45-50 saniyelik bir rüya süresi ve o rüya, o günün akşamüstü veya ertesi gün sizin için ne ifade ediyor?..

“Ölüm” denen olayla birlikte, algılamaya başlayacağınız zaman boyutuna göre, Dünya’da 70 yıl yaşamışsanız, sadece 8,6 saniye yaşamış olduğunuzu FARK EDECEKSİNİZ!

Dünya’daki tüm savaşınız, üzme ve üzülmeniz hep bu süreç içinde!!!

Dünya’da toplam geçirmiş olduğunuz süreçse, yalnızca 8 saniye küsur!.. 70 yıllık ömür itibarıyla!..

Ve bu 70 yıllık ömür, dikkat edin, sizin için BRÜT bir süre!

Yani, buna çocukluk devresi, gençlik devresi, yaşlılık, hastalık veya bunama devresi dahil!

Bu brüt süreçteki, net düşünebildiğiniz, yaşamı değerlendirebildiğiniz süreye inerseniz, geride ne kadar saniye kalacak!

İSLÂM GERÇEĞİNE göre, Dünya üzerinde yaşamakta olduğunuz süre, ölüm ötesi yaşamı kazanma, ölüm ötesi yaşam bedeninizi inşa etme, ölüm ötesi yaşam sermayenizi elde etme süreci!

“Ölüm” denen olayla birlikte BOYUT DEĞİŞTİRİYORSUNUZ!

Değiştirdiğiniz boyuttaki süreç Kıyamet’e kadar sürecek, milyonlarca, milyarlarca yıl!

Dünya’da geçirdiğiniz süreç ise, SANİYELERLE ÖLÇÜLEBİLEN BİR SÜREÇ, Güneş zaman boyutuna göre!

Aslında şu anda da biz, Güneş’in ışınsal platformu üzerinde yaşıyoruz; Dünya üzerinde hayat bulmuş her canlının hayat kaynağı, Güneş’ten gelen ışınlar!

Yani ALLÂH’ın HAYAT” sıfatı, Güneş üzerinden Dünya’ya ulaşan ışınlarla bize hayat ve canlılığı ulaştırıyor.

Yani;

Gözümüzü açıyoruz, Güneş platformunda… Yaşıyoruz, Güneş platformunda…

Ölümle birlikte boyut değiştiriyoruz, yine Güneş platformunda!

“Kıyamet” kelimesinin işaret ettiği değişik boyut ve dönüşümler söz konusu… Ancak…

MUTLAK Kıyamet anına, Kıyamet sürecine kadar da bu böyle devam ediyor, ama biz bunun farkında değiliz. Çünkü yaşamı, beş duyu değerleriyle, beş duyu verileriyle bloke olmuş bir vaziyette değerlendiriyoruz.

Şimdi, 70 yıl yaşayan biri, bu 8 saniyelik süreçte, neler yapmalı ve niye?

Eğer basîretli ve ilim sahibi bir insansak, idrak etmek durumundayız ki, “Kâinat” denen, “Evren” denen bu yapıda, bizim içinde yaşadığımız “Samanyolu” gibi milyarlarca Galaksi var!

Ve bu galaksilerin aralarındaki mesafeler, bizim hesaplarımıza göre algılanamaz, hissedilemez ölçüler!..

Sadece matematiksel rakamlarla aradaki ölçüleri ifade ediyoruz; ama bu mesafenin nasıl bir şey olduğunu hiçbir insanın havsalasının alması mümkün değil.

Bırakın galaksiler arasındaki mesafeleri veya milyarlarca galaksiyi; bizim Galaksimiz içinde mevcut olan yaklaşık 400 milyar yıldızın büyüklüğünü de insan havsalasının alması mümkün değil!

Şu anda Dünya üzerinde 5 milyar, 6 milyara yakın insan var. Gelmiş geçmiş insan sayısına bunun 10 mislini katsak, 50 milyar insan olur! Oysa sadece Samanyolu Galaksisi’nin içindeki yaklaşık 400 milyar yıldızın varlığı, bugün bilimsel olarak tespit edilmiş durumda.

Yani her bir insanı Galaksi içindeki bir yıldıza yollasak, 50 milyar eder!

Oysa 400 milyar yıldız var Galaksi’de!

Nasıl bir Galaksi ve nasıl bir büyüklük içinde yaşadığımızı ifade edebilmek amacıyla bunları anlatmaya çalışıyorum.

Şimdi…

Galaksi’yi yöneten, “Galaksi dışında bir tanrı” düşüncesi ne kadar ilkel bir düşünce, artık bunu siz düşünün!.. Hele hele, Galaksi içindeki bir yıldızda, mesela Orion veya Beta Nova’da yaşayan bir TANRI düşüncesi!!!

İşte bu ilkel düşünceyi, Hz. Muhammed (aleyhisSelâm), 1400 yıl önce ortadan kaldırmaya çalışıyor… Kurân’la bir gerçeği vurgulamaya çalışıyor, diyor ki;

“LÂ İLÂHE İLLÂLLÂH!”

“Tanrı ve tanrılık kavramı yoktur. Sadece Allâh vardır!” 

(“HZ. MUHAMMED’İN AÇIKLADIĞI ALLÂH” isimli kitapta bu konunun detaylarını bulabilirsiniz. Ayrıca, “HZ. MUHAMMED NEYİ OKUDU?” isimli kitapta da bu konunun ayrıntıları mevcuttur.)

Yani, yukarıda, ötede bir yerde bir tanrı ve ona yönelik olarak onun gönlünü hoş etmek için yapılacak birtakım şeyler söz konusu değildir!

Böyle bir tanrı ve tanrılık kavramı yoktur! Sadece Allâh vardır!

Yani, bütün kâinatı ve belki de bu kâinat gibi bilemediğimiz sayısız kâinatı, tüm evreni var etmiş olan TEK BİR VARLIK, şuur vardır!

O varlığın varlığından ilmiyle, ilminde meydana gelmiş sayısız sonsuz evrenler, evren içre galaksiler ve varlıklar söz konusudur; algılanabilmektedir.

Ancak bunun ötesinde, her bir birim, o varlığın orijininden–aslından–hakikatinden, ilmiyle ilminden meydana gelmiş olduğu için, Allâh’ı kendi varlığında ve özünde bulabilme şansına sahiptir!

Yani, öteNde seni yöneten, senin dışında bir Tanrı değil; tüm kâinatı ve var olan her şeyi kendi varlığından var etmiş olan ve birimin kendi özünde bulup hissedebileceği bir “ALLÂH” kavramı!

Bu “ALLÂH” kavramı, İslâm’ın ana temel nirengi noktasıdır!

Gelmiş geçmiş bütün Nebi ve Rasûllerdeki ortak payda, “Lâ ilâhe illâllâh” kavramıdır. Hatta, “Cennetin kapısının üstünde ‘Lâ ilâhe illâllâh’ yazar” uyarısı da bunu anlatmaktadır.

Bütün Nebi ve Rasûller, insanlara “Tanrı ve tanrılık kavramı yoktur; bu kavrama dayalı davranışlarla ömrünüzü boşa harcamayın! Sadece Allâh vardır” gerçeğini anlatmak için görevlendirilmişlerdir! Her biri kendi yaşadığı toplumun şartlarına göre, tekâmül derecesine göre, onlara yararlar sağlayacak değişik öneriler, teklifler getirmişlerdir.

Şimdi, yaşamın gerçeğine bakalım…

Allâh’ın ilminde yaratmış olduğu, bize “DİN” olarak takdim edilen, adına da “İSLÂM” denilen bu “Sistem”i anlamaya çalışalım…

Biz, bu Galaksi içindeki Güneş adını taktığımız yıldız sisteminde, Dünya adını verdiğimiz bu uydu üzerinde ortaya çıkmışız, var olmuşuz.

Adımıza, “İNSAN” denmiş! Veya başka bir dilde başka bir isim!

Biz bu Dünya üzerinde var olmuş varlıklar olarak şu gerçeği fark edelim:

Evrende hangi galakside var olacağıma dair bir dilekçe vermedim ve bana böyle bir şey sorulmadı…

Samanyolu Galaksisi içinde dünyaya geldim. Samanyolu Galaksisi içinde, Güneş Sistemi’nde veya başka bir sistemde dünyaya gelip gelmek istemediğim de bana sorulmadı!!!

Samanyolu Galaksisi içinde Güneş Sistemi’nde dünyaya geldim…

Güneş Sistemi içinde, Dünya üzerinde var oldum ama, bu konuda da bana hiçbir şey sorulmadı… Bu da benim isteğim ve iradem dışında!

Dünya üzerinde hangi kıtada meydana gelmek istediğim de bana sorulmadı!

Asya ile Avrupa’nın ortasında, Avrasya denen bir bölgede Türkiye’de dünyaya geldim! Türkiye’nin hangi bölgesinde, hangi ırktan, hangi cinsten, hangi dinden, hangi kavimden gelmek istediğim de bana sorulmadı!!!

İstanbul’un göbeğinde, Cerrahpaşa’da dünyaya geldim!

Bana yine sorulmadı, hangi aileden, hangi sülaleden, yani hangi genetik özelliklere sahip olarak gelmek istediğim!!!

Kendimi, rahmetli “Adalet” isimli annenin rahminden Dünya’ya çıkarken buldum!!!

Benim seçimim olmayan o âli sülalenin genetiği bana nasip oldu; o genetiğin getirdiği özellikler ile beni var etti!

Ve gene benim tercihim söz konusu olmadan, bir erkek cinsiyetiyle dünyaya geldim!

Erkek veya dişi, güzel veya çirkin, uzun veya kısa, akıllı veya akılsız denebilecek özellikler de benim seçimim değil!

Kısacası, şu noktaya kadar olan hiçbir şey benim seçimim ya da irade-i cüzümün dileği değil!

Böyle bir noktada buldum kendimi…

“Niye böyleyim?” diye soru sormak istediğim bir varlığı aramaya kalktığım zaman, Dünya’da başımı kaldırıyorum, 150 milyon kilometre ötede, gerçekte 1.333.000 Dünya büyüklüğünde olup, gözüme bir tava kadar görünen Güneş’i görüyorum…

Gözüm ona ilişemiyor… Havsalam onun büyüklüğünü varlığını algılayamıyor!!! Ve o Güneş gibi 400 milyar güneşten oluştuğu söylenen bir Galaksi’nin uçsuz bucaksız sonsuzluğuna açılıp bir muhatap bulamıyorum!!!

Kime yönelip kime ne soru soracağım; “Niye, neden, niçin, nasıl?” diye…

Bunun muhatabını bulamıyorum!

Sonuçta, olduğum yerde, kendimi, olduğum gibi kabullenmekten başka şansım kalmıyor!

O zaman diyorum ki:

“Ben şu anda, bu beden üzerinde tasarrufta bulunabildiği kadarıyla bulunabilen, kullanabildiği kadarıyla aklını iradesini kullanabilen bir varlık olarak içinde yaşadığım şu sistemi anlamaya çalışayım!”

Geriye dönük yapabileceğim hiçbir şey yok!

Tek yapabileceğim şey; bulunduğum yerden ileriye bakarak, gelecekte nelerle karşılaşabileceğimi anlayıp idrak etmek; bu anlayıp idrak edebildiğim gerçekler ölçüsünde de yaşamıma yön verebilmek. Bundan sonrası, hiç olmazsa, olabildiğince kendi seçimim deyip avunabileceğim ölçüde, bir biçimde kurtarabilmek; yönlendirebilmek; geleceğin huzur ve saadetini temin etmeye çalışmak!

Yaşamın gerçeğine baktığım zaman şunu görüyorum: Gerçeğini hiç bilemediğim bir zaman için şu Dünya’da varım…

Hiç bilemediğim bir anda bu Dünya’dan ayrılıp gideceğim…

Yok mu olacağım?..

“Var” olan hiçbir şey “yok” olmayacağına göre, “var” olan her şey bir dönüşümle, bir başka boyutta yaşamına devam ettiğine göre, ben de bu mantıkla biliyorum ki; bugün için “var” olan bu şuurum, bilincim, bir süre sonra bir dönüşüme uğrayacak ve bu dönüşümle birlikte yeni bir yaşam boyutunda, yeni yaşam şartlarıyla yaşamıma devam edeceğim.

“ÖLÜM” diyorlar buna…

ÖLÜM…

Hepimizin başında!

Yani Kurân’daki ifadesine göre;

“ÖLÜM, TADILACAK BİR OLAY!”

“Her bilinç, ölümü (biyolojik bedensiz yaşamayı) tadacaktır!..” (3.Âl-u İmran: 185) diyor Kur’ân.

Dolayısıyladır ki, tadılacak bu olaydan sonra da, ben yaşamaya devam edeceğim…

Yani bir diğer anlatımla, bu bedeni kullanamaz hâle geleceğim, bu bedeni kullanamadığımı hissedip yaşayacağım.

Derken, bu bedenle ilişkim kesilecek, ama tüm yaşamım boyunca da bilincime ben bu beden olduğum şeklindeki verileri yüklediğim için bu bedenden kopup ayrılıp da gidemeyeceğim ve bu bedenle beni diri diri, aklım başımda, şuurlu bir hâlde o mezara koyacaklar!

Öncesinde, kılınmışsa, cenaze namazımın kılındığını göreceğim…

Etrafımda bağrışan ağlaşanları göreceğim… Görmeye devam edeceğim.

Sonra beni, diri diri yani şuurum yerinde aklım başımda ama beden benim için kullanılmaz bir hâldeyken (out of order!) o mezara koyacaklar…

Üstüme o toprakları atacaklar!

Ve ben bütün bunları göreceğim…

Sonra o mezar boyutundan da “Kabir âlemi”me geçeceğim…

İşte bu olaya, “ÖLÜMÜ TATMAK” demiş Kur’ân!

Hz. Rasûlullâh da, kişinin ölümü tattıktan sonra çevresini görmeye devam ederek mezara konulduğunu, mezara konulduktan sonra çevresinde kendisine seslenenleri duyduğunu anlatıyor ve diyor ki Hz. Ömer’e;

“Bugünkü, şu anki, Dünya’dan ayrılmadan evvelki aklın–idrakın–şuurun–bilincin neyse, kabirde de o idrakla, o akılla, o bilinçle, o şuurla, yaşamına devam edeceksin yâ Ömer!”

İşte bu yüzden de Bedir savaşında ölmüş, toprağa atılmış, üstü kapatılmış, yani mezarlara gömülmüş insanlara gidip hitap ediyor ve o mezardakilerin ölü olduğunu sanan dışarıdaki kişiler “Bu ölülere nasıl hitap ediyorsun, seni duyarlar mı yâ Rasûlullâh?” diye sorduklarında da;

“Evet… Onlar sizden daha az duyar bir hâlde değiller. Yani sizden daha iyi bir şekilde benim bu seslenişimi duyuyorlar ve düşünüyorlar, benim dediklerimin doğruluğunu da tasdik ediyorlar!” diyor.

Yani kabre konan kişi ölü değildir, diridir, akıllıdır, idraklıdır, şuurludur!

Ancak onların, bedeni kullanma, beden üzerinde tasarrufları olma hâli artık kalktığı için, bedenleri kullanılmaz hâlde olduğu için, oradan bize ulaşamamaktadırlar! Buna karşın, bizim onlara olan bütün yönelişlerimiz kendilerine ulaşmaktadır!

İşte bu esastan dolayı da, “Acaba faydamız olur mu?” diye, mezara konmuş kişiye dışarıdan telkin yaparlar!!!

“Ölüm” dediğimiz olayla birlikte yaşamın yeni bir boyutuna geçiyoruz.”

Tabii yeni bir boyuta geçtiğimiz süreçteki bedenimiz, eskilerin “RUH” dedikleri veya bizim bugünkü ifadeyle “astral beden” dediğimiz veya “ışınsal-holografik beden” dediğimiz bir bedenle!

Ama işin çok önemli bir noktası var, göz ardı etmememiz gereken…

O da, “Ruh” adı verilen bu “ışınsal-holografik beden”in şu anda Dünya üzerinde yaşarken kendi beynimiz tarafından inşa edildiği gerçeği!

Yani biz, ölüm ötesi yaşamda kullanacağımız bedenimizi, “ışınsal” veya “holografik beden” dediğimiz bedenimizi şu anda, bu Dünya üzerinde yaşarken, bu biyolojik beynimizle inşa etmekteyiz!

İşte “Dünya âhiretin tarlasıdır; burada ne ekersen onu biçersin”in bir başka mânâsı:

Burada ektiğin, ürettiğin, inşa ettiğin bedenini orada kullanacaksın!

Orada senin, artık bedeninin şartlarından şikâyet etme şansın yok! Çünkü “bu bedenin özelliklerini sen Dünya’dayken kendin seçtin ve o özellikleri kendi beyninden üretmek suretiyle elde ettin!” gerçeğiyle karşılaşacağız.

Oraya gittikten sonra “Âhiret” denen “Berzah” denen “Güneş platformu” dediğimiz o platformda yaşarken her birimiz bu gerçeği göreceğiz ve diyeceğiz ki:

“Keşke bu Dünya’ya geri dönsek de yapmadığımız, ihmâl ettiğimiz o çalışmaları yapma şansına kavuşsak; baştan, gerçek değerlere göre yeni verilerle ruh beden yeni bir holografik beden inşa ederek buradaki bu sıkıntıları çekmesek!”

İşte Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Nihayet onlardan birine ölüm geldiğinde dedi ki: ‘Rabbim beni (dünya yaşamına) geri döndür. Tâ ki(önemsemeyip) uygulamadığım şeylerde (iman üzere yaşamda, kuvveden fiile çıkarmadıklarımda) sonsuz geleceğime yararlı çalışmalar yapayım!’… HAYIR (geri dönüş asla mümkün değil)! ÖYLE BİR ŞEY SÖYLER Kİ GEÇERLİLİĞİ YOKTUR (sistemde yeri yoktur)! Arkalarında yeniden bâ’s olunacakları sürece kadar, bir berzah (boyutsal farklılık) vardır (geri dönemezler; reenkarnasyon da {ikinci defa dünya yaşamı} mümkün değildir)! (23.Mu’minûn: 99-100)

Diye bize gerçeği anlatmaya çalışan âyetler, bu gerçeği vurguluyor.

Dünya’dan ayrıldıktan sonra, o boyuta geçtikten sonra, bir daha geri dönüş, yani reenkarnasyon, yani yeniden bir bedene kavuşarak yapmadıklarını yapabilme şansı Kur’ân inancına göre, Müslümanlık inancına göre, Allâh Rasûlü’nün getirdiği inanç sistemine göre asla ve kesinlikle mümkün değil!

Dünya’da ne yapmış olursak onu yapmak durumundayız.

Fakat “ölüm” denen olayla birlikte artık yeni baştan birtakım özellikler kazanma şansımız yok!

Peki… Dünya’da iken, EBEDÎ denen bu gelecek boyuttaki hayatı elde etmek için şansımız ne kadar?

İşte bizim anlayışımıza göre 20 yıl, 30 yıl veya 50-60 yıl… Ama Dünya platformundan çıkıp da Güneş platformuna, yani madde âleminden çıkıp da Âhiret âlemine, Berzah âlemine geçiş sürecimiz itibarıyla ise, sadece ve sadece saniyelerle ölçülüyor.

Bu saniyelerle süren süreçte, milyarlarca ve milyarlarca yıl sürecek ebedî hayatın inşaatını yapmak mecburiyetindeyiz! Ya bunun nedenini, niçinini, niyesini anlayıp idrak edip yaşamımıza ona göre yön vereceğiz…

Ya da buna değer vermeyeceğiz, bu gerçekleri göz ardı edeceğiz, bunun çok acı, kesin ve geri dönüşsüz sonuçlarına, milyonlarca, milyarlarca yıl sürecek bir ebedî hayata katlanmak zorunda kalacağız!

YUKARIDA, seni gözünü boyadığın için cennete postalayacak, ya da kızdırdığın için cehennemine atacak bir tanrı yok! Bunu iyi anlayın!

Evren içre evrenlerin yaratıcısı “ALLÂH” ismiyle işaret edilen var!

Günümüzde ise bu gerçeği algılamaktan mahrum sayısız din bilginleri, din adamları!!!

“Tanrı” kavramı ile “ALLÂH” ismiyle işaret edilen anlam arasındaki farkı algılayamayan ve bu hâliyle de toplumlara yön gösteren din adamları, din bilginleri (!?)!!!

Tercih, bizim!

Dediğim gibi, bu an’a kadar ki tercihlerin bir çoğu bizim değildi; ama şu anda bu aklımız ve idrakimizle yaşamımıza yön vermek ve gereken tercihimizi kullanmak şartlarıyla yüz yüzeyiz!

Bu sebepledir ki; ya aklımızı başımıza alacağız… Her türlü şartlanmaları, çevreden gelen doğru yanlış bilgileri bir yana koyup, gerçekçi bir biçimde başımızı elimizin arasına alıp düşüneceğiz, “Gerçekler nedir?” diye…

Ya da “düşünme” denen olayı bir yana bırakıp, çok acı bir şekilde sonuçlarına katlanmak zorunda kalacağız!”

Öyleyse, sorgulayan–düşünen insan olarak, ÖLÜM dediğimiz olayın ne olduğunu, ölüm sonrası boyutun şartlarını, neleri ve niye yapmak zorunda olduğumuzu çok iyi anlamak mecburiyetindeyiz!

Kendimiz için, kendi geleceğimiz için gerekli olan bir şey bu! İşte bu gerçek dolayısıyladır ki Hz. Muhammed Mustafa (aleyhisSelâm), bize, “YAŞAM SİSTEMİ”ni “OKU”muş olan bir kişi olarak, kendisine vahyolan gerçeklere dayalı bir biçimde, bazı teklifler sunmuştur.

Bu sunduğu tekliflerin temelinde, “Yaşam Sistemi”nin gerçekleri, üzerinde yaşamakta olduğumuz muhteşem mekanizmanın düzeni–gereği yatmaktadır!

Yukarıdaki bir tanrıyı hoşnut etmek değil! Yani, Allâh Rasûlü bize, Allâh’ın var etmiş olduğu bu Sistem’i anlatarak, sanki; “Bu Sistem’in şartları bunlardır. Bu şartları anlayın, idrak edin ve bu şartlara göre kendinizi geleceğe hazırlayın. Aksi takdirde bu hazırlıksızlığın sonuçlarına katlanmak durumunda kalırsınız” demiştir.

Hz. Rasûlullâh’ın bize getirdiği teklifler, “İbadet” adı verilen çalışmalar, yukarıdaki, ötedeki, öteNdeki bir tanrıyı hoş etmek, onun gönlünü kazanıp onu hoş etmek için değil; o tanrıya yönelik, o tanrı için değil; Allâh’ın var etmiş olduğu “Sistem” gereği bizim geleceğimizi en güzel şekilde inşa etmemiz içindir.

Biz, ya Hz. Rasûlullâh’ın söylediklerini anlamaya çalışacağız; ona göre birtakım çalışmalar yaparak kendi geleceğimizi en güzel bir şekilde inşa edeceğiz ve bunun getirisi olan, otomatik sonucu olan güzellikleri yaşayacağız ya da bu çalışmaları kulak ardı edeceğiz…

Ya da Allâh Rasûlü’ne kulak vermeyeceğiz, O’na inanmayacağız, O’nun işaret etmek istediği gerçekleri fark edemeyeceğiz, görmezden geleceğiz. İçinde yaşadığımız sistemin ne olduğunu kavrayamayacağız ve bunun sonucuna da çok kötü şekilde katlanmak zorunda kalacağız!

İşte bu sebepledir ki biz öncelikle gerçekçi bir biçimde Hz. Rasûlullâh’ın getirdiklerini anlamaya çalışalım. Şimdi dikkatle bu noktayı iyi fark edelim;

Hz. Rasûlullâh’ın getirdikleri, istisnasız her insanın ölüm ötesi yaşamda karşılaşacakları, dolayısıyla yapması–hazırlanması gerekenlerdir!

Ölüm ötesinde yaşamı devam eden yapıya, varlığa hitaben, DİN yani “SİSTEM” bildirilmiştir.

“İSLÂM”, bu “Sistem”in adıdır!

Ve “Din” denen yapının getirdiği teklifler, kurallar, özellikler Hz. Rasûlullâh tarafından bildirilmiştir.

Başka birinin bunları ne değiştirme şansı vardır; ne bunlara ilave getirme şansı vardır; ne de bunlardan bir şeyi eksiltme şansı vardır.

Çünkü Hz. Rasûlullâh, VAHYE dayalı bir biçimde içinde yaşadığımız SİSTEME bağlı ve dayalı olarak yapmamız gereken teklifleri bize bildirmiştir.

Yani ALLÂH ADINA konuşma yetkisi Hz. Muhammed Mustafa (aleyhisSelâm)’da idi. O’nun boyut değişimiyle birlikte bu özellik insanlıktan alınmıştır!

FETVALAR, kişisel indî değerlendirmelerdir, kimseyi bağlamaz! FETVALAR, kişisel mesûliyeti kaldırmaz!

Hz. Ebu Bekir’den, Hz. Âli’den başlayıp, bugün yaşayan herhangi bir birime kadar tüm fertler, Din HAKKINDA çeşitli mütalaalarını, yorumlarını, fikirlerini açıklayabilir, bildirebilirler.

Ama hiçbirinin “Din adına”, “Allâh adına”, “Kur’ân adına” konuşma yetkisi yoktur! Dolayısıyla her birimizin direkt muhatabı, Hz. Muhammed Mustafa’dır!

Hz. Muhammed Mustafa (aleyhisSelâm), 1400 sene evvelinden, tüm gelecek zamanlar içinde yaşayan her ferde, geleceği itibarıyla yapması gerekenleri anlatmış ve bildirmiştir. Bu nedenle de herkes kendi yapacaklarına kendisi karar vererek sonuçlandırmak durumundadır! Başkasına tâbi olmak asla kişisel mesûliyeti ortadan kaldırmaz!