HUDEYBİYE`DE

Ahmed Hulûsi

Hicretin altıncı yılı Zilkade ayında, Rasûlü Ekrem umre -yani Kâbe’yi ziyaret- kasdı ile, yanında bin beş yüz sahabesi olduğu hâlde Mekke’ye doğru yola çıktı.

Tabii ki, her zaman olduğu gibi, gene Hz. Ebu Bekir es Sıddîk da yanında idi.

Hudeybiye isimli, Mekke yakınındaki bir yere gelindiği zaman, Mekke’deki ahvali bilen birisi geldi ve Rasûlü Ekrem’e, müşriklerin kendisini Kâbetullâhı ziyaretten men edeceklerini; icap ederse bunun için savaşacaklarını bildirdi…

Bunun üzerine Rasûlü Ekrem gelen kişiye, sadece Kâbetullâhı ziyaret için Mekke’ye gelmiş olduklarını, savaşmak gibi bir niyetleri olmadığını; bir anlaşma yapmak istediklerini; fakat karşı tarafın mutlaka savaşmak istemesi hâlinde bundan da kaçınmayacaklarını ifade etti…

Ve ekledi ki…

− Allâh bize zafer vadetmiştir!..

Gelen kişi bu bilgilerle Mekke’ye döndü… Almış olduğu bilgileri Mekkeli müşriklere nakletti…

Bunun üzerine Mekkeli müşrikler, Rasûlullâh AleyhisSelâm ile görüşmek ve kesin düşüncelerini anlamak üzere Urve isimli bir aracıyı yolladılar…

Rasûlü Ekrem aynı düşüncelerini ona da tekrarladıktan sonra şu düşüncesini de ekledi:

− Bir anlaşma yapmayı kabul etmezlerse, Kureyş ile ölünceye kadar savaşacağım!..

Bu cevap karşısında Urve, Rasûlü Ekrem’in yanındaki topluluğa uzun uzun göz gezdirdikten sonra şöyle konuştu:

− Ben senin adamların arasında eşraftan olanları gördüğüm kadar; bazı kabilelerden bir araya gelmiş birtakım insanlar da görüyorum ki, bunlar savaş sırasında seni bırakıp kaçabilirler!..

Rasûlü Ekrem’in ashabının bu kadar ağır itham edilmesi karşısında dayanamayan Ebu Bekir es Sıddîk aynı ağırlıkta okkalı bir cevabı yerleştirdi:

− Haydi oradan, sen git Hubal’ın kıçını yala!.. Biz mi Rasûlullâh’ı yalnız bırakıp kaçacağız?..

Bu cevap çok ağır gelmişti Urve’ye… Konuşan kişiyi tanıyamadığı için kızgınlık ve merakla sordu:

− Sen de kim oluyorsun, benimle böyle konuşuyorsun?..

Oradakilerden biri cevap verdi:

− Kuhafe oğlu Ebu Bekir’dir!..

Urve esefle konuştu:

− Ah Eba Bekr!.. Hayatım kudret elinde olana yemin ederim ki, eğer üzerimde minnet borcum olmasaydı, sana öyle bir cevap verirdim ki!.. Ne yazık ki sana o borcumu hâlâ ödeyemedim!..

Urve geçmiş günlerde bir diyet meselesinden dolayı on deve borçlanmıştı… Ödeyemediği için çok zor duruma düşmüştü…

İşte o anda Ebu Bekir onun yardımına koşmuş, ona on deve vererek diyet borcunu ödemesini sağlamıştı…

Aradan geçen bu süre zarfında da Urve hâlâ Ebu Bekir’e bu borcunu ödemiş değildi… İşte Urve’nin bahsettiği minnet borcu meselesi buydu!..

Bu görüşmeden sonra Urve Mekke’ye döndü ve daha sonra Süheyl adında bir kişi gelerek, anlaşma yapılmak üzere görüşmelere başlandı…

Ancak anlaşma şartları bir kısım ashaba ağır geliyordu…

Başta Hz. Ömer olmak üzere birçok sahabe anlaşma şartlarını içlerine sindiremiyorlardı… Bu da yeterli bir biçimde anlaşma şartlarının ileride neler getireceğini fark edememekten ileri geliyordu…

Anlaşma imzalanacağı günün gecesinde Hz. Ömer olayı bir türlü hazmedemediği için kızgınlıkla Hz. Ebu Bekir’in yanına gitti.

− Yâ Eba Bekr!.. Bu adam -asabı çok bozuk olduğu için Rasûlü Ekrem’den böyle söz ediyordu- Allâh’ın hak olan Rasûlü değil mi?..

− Evet!.. Allâh’ın hak Rasûlüdür!..

− Biz müslümanlar hak, düşmanlarımız bâtıl üzere değil midir?..

− Evet… Öyledir!..

− Öyle ise niçin biz dinimize küçüklük veriyoruz?..

− Be hey adam!.. Muhammed Allâh’ın Rasûlüdür!.. O, Rabbine isyan etmez!.. Allâh da elbette O’nun yardımcısıdır!.. Sen hemen O’nun emirlerine sarıl!.. Vallâhi Muhammed hak üzeredir!..

Hz. Ebu Bekir’in bu cevabı üzerine Hz. Ömer’in asabiyeti bir ölçüde teskin olmuştu… Ama gene de kafası karışıktı!..

Cevabını bulamadığı sorularını Hz. Sıddîk’a sordu:

− O bize Medine’de iken, “Kâbetullâha varacağız; tavaf edeceğiz…” demedi mi?

− Evet, öyle dedi!.. Ancak sana, “Bu sene” varıp tavaf edeceğiz, dedi mi?..

− Hayır!..

− Öyle ise dur bakalım biraz!.. Yakın bir zamanda sen Beytullâha erip, elbette tavaf edeceksin!.. Bundan hiç şüphen olmasın!.. Ama önce beklemesini öğren!..

Bu sözler üzerine Hz. Ömer iyice sakinleşti ve artık itirazı bıraktı…

Ve bu tartışmalar arasında Hudeybiye antlaşması imzalandı…

Görüleceği üzere bu antlaşma ilerde Mekke’nin fethine yol açacaktı…

Hudeybiye’den dönüldükten sonra idi…

Rasûlü Ekrem ashabıyla beraber oturuyordu ki Amr huzura girdi ve bazı şeyler konuştuktan sonra:

− Yâ RasûlAllâh, ashabınız içinde sizin en çok sevdiğiniz kimdir?..

Başkalarının hatırı kalmaması için Rasûlü Ekrem şu cevap ile konuyu geçiştirmek istedi…

− Aişe’dir!..

Ancak Amr bu konuda gerçeği öğrenmek hususunda ısrarlı idi… Tekrar sordu sorusunu başka bir yönden:

− Erkeklerin içinde en çok sevdiğin kimdir yâ RasûlAllâh?..

Artık gerçeği söylemek zorunda kalmıştı Efendimiz AleyhisSelâm:

− Aişe’nin babasıdır!.. Ebu Bekir’dir!..

Hudeybiye antlaşmasının ertesi senesi, Hayber isimli Yahudilerin elindeki kale halkına İslâmiyet anlatılmak üzere sefer düzenlendi…

Hz. Ebu Bekir es Sıddîk, bu defa da gene Rasûlü Ekrem’in yanında bulunuyordu…

Kale civarına gelindiği zaman yahudiler, müslümanların içeri girmelerine izin vermediler… Savaşmaktan başka çare kalmamıştı…

Kaleyi fethetme görevi Hz. Âli’ye verilmişti…

Yahudilerin ele geçmez dedikleri güçlü kale, bir avuç imanlı müslümanın verdiği yiğitçe mücadele karşısında düşüvermişti!..

Cengâver Hz. Âli, gösterdiği büyük başarı ile “Hayber Fatihi” olmuştu!..

Hayber savaşından sonra, Hz. Ebu Bekir es Sıddîk’ın kumandasındaki bir ordu, Beni Kilab üzerine sefer yaparak, onlara hadlerini bildirdi…

Hz. Sıddîk’ın kumandanlığını yaptığı bu ordu, Beni Feraze’yi de yola getirdi…

Artık sıra Mekke’nin fethine gelmişti…