“HAYÂL” NEDİR
Ahmed Hulûsi
Şimdi de evrenin ve içindekilerin “HAYAL” olarak tanımlanmasının nedenleri ve nasılları üzerinde duralım biraz…
Evren adını verdiğimiz, gerçekte Tek tümel yapı, kendi programı içinde her an yeni olmak üzere sayısız özelliklerini ortaya koymaktadır. İşte, evrenin bu ışınsal ana yapısı; bizim kendimizi madde zannedişimize ve madde dünyamıza nispetle, “HAYAL” olarak nitelendirilmiştir.
Nitekim, madde âleminin, gerçekte, bir “sanış” olduğunu ve gerçek yapının, “ışınsal yapıdan başka bir şey olmadığını” açıklayan Hz. Muhammed, madde yapının ve yaşantının bir “RÜYA” hükmünde olduğunu vurgulayarak şöyle demiştir:
“İNSANLAR UYKUDADIR; ÖLÜNCE UYANIRLAR!..”
Bu işaretin birinci mânâsı şudur:
Madde bedenle yaşayan ve beş duyu sınırları içinde hapis olan insan, madde ötesi ışınsal yaşam boyutuna geçince, uykudan uyanmış şekline girer ve tüm dünyada yaşadıkları “rüya” hükmünde olur… Buna karşılık içine girdiği ışınsal yaşam boyutu ise onun hakiki dünyası olur… Ki bu da kıyamete kadar sürer. Kıyametten sonra üçüncü defa yeni bir bedenle bâ’s olur ki bu da mahşer yaşamı boyunca kullanacağı bedenidir.
Bu işaretin ikinci anlamı da şudur:
“Ölmeden önce öl” hadîs-î şerîfindeki işaret üzere; fizik ölümle ölmeden yani bedeni ve beyni terk etmeden evvel, kendinizi beden kabul etmeyi terk etmek ve “düşünsel bir varlık” kabul etmek suretiyle madde ötesi yaşama hazırlanınız!.. Çünkü beden, beyin elden çıktıktan sonra, “RUH”un dünyada iken elde edebileceği şeyleri orada temin etmesi mümkün olmaz!
Bu işaretin bir üçüncü mânâsı dahi şudur:
“Nefsim” dediğin şeyin yani “Ben”liğinin gerçekte var olmadığını idrak suretiyle “öl” ki, varlığını teşkil eden Mutlak “Ben” ile diriliğe kavuşasın!.. Zira, “BEN’lik ancak ALLÂH’a mahsustur!..”
“BEN” diyecek TEK varlık “ALLÂH” adıyla işaret edilendir; ki, O’ndan gayrı ikinci bir “benlik” de asâleten mevcut değildir!.. Şayet böyle bir şey olsa idi, o da bir TANRI olurdu!.. Oysa hemen Kelime-i Tevhid’i hatırlayalım;
“TANRI YOKTUR, SADECE ALLÂH VARDIR.”
İşte “ALLÂH”, kendisinden başka hiçbir şey olmayan “ALLÂH”, “İLMİNDE”, bütün varlık sûretlerini, eğer tâbiri câiz ise, düşündü. Veya anlaşılması daha kolay olsun diye şöyle söyleyelim, hayal etti.
Tekrar ediyorum; esasen, “ALLÂH” için “düşündü” veya “hayal etti” gibi tâbirler kullanmak mahzurludur; çünkü gerçeği yansıtmaz; ve “ALLÂH”ın Ulûhiyetine eksiklik getirir. Ancak biz burada, bir hususu anlatabilmek, okuyanları bir hedefe yaklaştırabilmek amacıyla, ifade zorluğundan dolayı bu tâbirleri kullanmak zorunda kalıyoruz.
Evren ve içinde bulunan bütün varlıklar, işin özüne ermiş en yüksek dereceli evliyaullâhın, “bütün âlemlerin aslı hayaldir” diyerek ittifak ettikleri bir biçimde meydana gelmiştir!..
“ALLÂH” ve yaşamın boyutları-varlıkları konularını en büyük vukuf ile “İnsan-ı Kâmil” isimli eserinde anlatan öze ermişlerden Abdülkerîm el Ciylî, “âlemlerin hepsinin aslının hayal” olduğunu oldukça geniş bir şekilde izah eder.
Peki, bu “hayal” nedir?..
“Hayal” kelimesinin anlamı nedir?..
Bu “hayal” nasıl meydana gelmiştir?..
Ve biz, nasıl oluyor da bu “hayal”i gerçekmiş gibi algılıyoruz?..
Bu sorulardan bir kısmının cevabını az önce vermiştik.
Şimdi de cevabını vermediklerimizin izahlarını sunalım:
“HAYY” olan “CAN”ın ta kendisi, dirilik, hayatiyet gibi özellikleri olan bu varlık; “ALİYM” isminin işaret ettiği “İLMİ” ile; yani daha iyi anlatabilmek için misal yollu söyleyeyim, basit mânâda, “şuuruyla”; sahip olduğu sayısız özelliklerin farkında!..
“ALLÂH”, kendisinde mevcut olan sayısız, sınırsız-sonsuz özellikleri biliyor.
“ALİYM”, bu bildiği sayısız, sonsuz-sınırsız özellikleri; “MÜRİYD” olduğu için, yani, “irade” olduğu, dileme ve dilediğini meydana getirme gücü olduğu için; bunun sonucunda da kendisindeki bu mânâları seyretmeyi diliyor.
Ve “KAADİR” isminin işaret ettiği biçimde, “kudretiyle” bu kendisindeki mânâları seyretmeye başlıyor…
“Kudret”; “kendindeki mânâları seyretme gücüdür”!..
İlim mertebesinde, kendindeki bütün mânâlara karşı bilgi sahibi!..
“MÜRİYD” isminin işaret ettiği “iradesini” kullanarak, kendindeki sayısız mânâları “KAADİR” isminin işaret ettiği bir şekilde, “kudretiyle” seyir hâline sokuyor. Ve seyir hâline girdiği anda, “KELİYM” isminin mânâsı olarak, sayısız nesneleri yani kelimeleri, şeyleri, seyretmeye başlıyor!..
“ALLÂH”ın kelimeleri yedi deniz mürekkep olsa, bir o kadarı daha olsa yazmakla bitmez!.. Biter mi?.. Sonsuz olan! Yedi deniz, yedi galaksi, yetmiş yedi evren ne eder “Sonsuz”un yanında!!?
Rakama vurulan her şey, ne kadar rakamla ifade edilirse edilsin, sonsuzun yanında çok bir değer ifade etmez.
İşte bu seyrettiği “kelimelerin” yani mânâların her birinin durumuna, bizâtihi kendisi olarak “VÂKIF” yani “SEMİ”dir.
Zaten, kendisi, kendindeki mânâları seyrediyor; onlara vâkıf olmaması mümkün mü?..
Ve “BASIYR”… İdrak edici… Değerlendirici!.. Nasıl olmasın ki!.. Gene kendisi yapıyor!.. Peki, bütün bunlar nerede olup bitiyor?.. Bütün bunlar, “Allâh’ın ilminde” olup bitiyor!.. Eğer tâbiri câiz ise, çok yetersiz, noksan bir ifade ama, başka türlü de izah imkânı olmadığı için, söylüyoruz: “ALLÂH” adıyla işaret edilenin hayalindeyani ilminde olup bitiyor tüm sonsuz olup bitenler!.. Şayet buraya kadar anlattıklarımız anlaşıldıysa, şimdi de ikinci bir önemli hususa gelelim;
İş yukarıda anlattığımız gibi olduğuna göre, “BEN” neyim?.. “Dünya” ne?.. “Âhiret” ne?..
“Cennet ve cehennem” ne?..
Hesap ne; kitap ne; kabir azabı ne?..
Teklif eden kim; mükellef kim; teklif ne?..
Evet biraz da bu soruların cevaplarını araştıralım…
Ama konuya girmeden önce de, çok değerli hakikat ehli zâtlardan olan Muhyiddini Arabî’nin, şu meşhur mısralarına bir göz atalım:
Hazret, varlığın “TEK”liğini müşahede coşkusu içinde şöyle diyor:
“Kul Hakk’tır!.. Rab Hakk’tır!..
Ah, bileydim kimdir mükellef?..
Kuldur dersen, o ölüdür!..
Rab’dır dersen, Rab nasıl olur mükellef?!!”
Gene aynı konuda, Muhyiddini Arabî’den çok daha önce yaşamış olan çok değerli İslâm âlimi ve ârifi ünlü mutasavvıf İmam Gazâli dahi bakın neler söylüyor varlığın “TEK”liği hakkında “Mişkâtül Envâr” adlı eserinde:
“… İşte ârifler buradan mecaz çukurundan hakikatin zirvesine yükselir, mi’râclarını tamamlar, açık bir müşahede ile görürler ki, varlıkta ALLÂH’tan BAŞKA BİR ŞEY YOK!
İşte bu kaynak, AHAD olan ALLÂH’tır, O’nun ortağı yoktur!.. Bütün diğer nûrlar O’ndan istiare’dir!.. Hakiki olan yalnız O’nun nûrudur. Hepsi O’nun nûrundandır.
Belki HEPSİ O’DUR!.. Doğrusu, var olan O’dur… Gayrın varlığı, ancak mecaz yoluyladır. “O’ndan başka O yok” sözü seçkinlerin tevhididir… Ve sahibini TEK birliğe götürür, sırf BİR’liğe götürür!..
Mahlûkatın mi’râcının son noktası FERDANİYET memleketidir. Çünkü, bunun ötesinde daha bir merdiven yoktur. Zira, yüksek, ancak çoklukta düşünülebilir…
Kesret kalkınca BİR’lik gerçekleşir; izafet(görelik) bâtıl olur; işaret kalkar… Artık, yüksek, alçak, inen-çıkan kalmaz; terakki muhal olur, urûc muhal olur. A’lânın ötesinde ulüvv (yükseklik) yoktur.
Vahdet ile beraber kesret yoktur! Kesretin kalkmasıyla urûc da kalkar!.. Bunu bilen bilir, bilmeyen inkâr eder. Bu ilim, ancak ALLÂH’I BİLENLERE verilmiş olan hususi mahiyetteki gizli bir ilimdir. Onlar, bunu açıkladıkları zaman, ALLÂH’a karşı mağrur olanlardan başkası inkâra kalkmaz.”[1]
Şu an’a kadar anlattığımız gerçek istikametinde düşünürsek, var olan sadece “ALLÂH”tır!.. Öyle ise, O’nun dışında ikinci bir varlık da yoktur!..
Peki bu durumda, teklif nedir, mükellef kimdir?..
Bu anlatılan öyle bir hakikat ki; bu hakikat Güneş’inin ısısı, buzdan meydana gelmiş varlıklar âleminde tek bir su damlası dahi bırakmıyor!..
Bu TEK’lik gerçeğine karşılık, Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın, insanın geleceğine dönük olarak bildirdiği tüm hususları da asla gözardı edemeyiz… Zira, TEK’lik ne kadar kesin bir gerçekse; insanın gelecekte karşılaşacağı sonuçlar da o kadar kesin olarak, kendinden çıkan davranışların getirdiği sonuçlar olacaktır.
Evet… “ALLÂH” İsmiyle İşaret Edilen indînde biz, “İLMİNDE” var olmuş “ilmî sûretleriz”!..
Bize GÖRE biz, kesin, açık, sade, basit bir evrenin içinde yaşayan varlıklarız…
Ama gene de gerçekte biz, O’nun ilminde, bir “İlim”den ibaretiz!..
Ancak içinde yaşadığımız âlem, bize göre kesin, mutlak, açık, çok yönlü bir yaşantıdır.
İşte bu yüzden şu çok hassas değerleri gözden kaçırmayalım…
[1] “MİŞKÂTÜL ENVÂR” isimli eser İmam Gazâli’nin yazmış olduğu konunun hakikatini anlatan çok kıymetli bir eserdir… Bu eseri avama değil derin tefekkür sahibi seçkinlere yazdığını ve bu hakikatleri ancak ender kişilerin idrak edebileceğini belirten İmam Gazâlİ’nin “MİŞKÂTÜL ENVÂR”ı dilimize Sayın Süleyman ATEŞtarafından kazandırılmış olup, BEDİR Yayınları arasında Mehmed Şevket Eygi tarafından basılmıştır.