ANLAMAK
Ahmed Hulûsi
22 Kasım 1996
İslâmiyeti, câmilerde anlatıldığı gibi zannediyoruz. Bütün mesele işin ne olduğunu bilememek!..
Bütün sorunumuz, olayın gerçeğinin ne olduğunu bilememek, geçmişteki sembolik anlatımları birebir gerçek sanmak, bizi tamamen yanlış sonuçlara yönlendiriyor!
“Bırak bu saçmalığı!. Bu devirde dinle mi uğraşılır? Dünyanı yaşa, gününü gün et,“ gibilerden telkin ve sözler duyuyoruz.
Çünkü, dinden anladığımız, sadece câmilerde anlatılan hikâyeler. Ama, işin hakikatını anladıktan sonra da artık kimseyi tutmak, engellemek, bırak demek mümkün değil!
Onun için benim size tavsiyem prensip olarak şudur:
Bütün bilgileri elinizden geldiği kadar çevrenizdekilere duyurun!. Bildiklerinizi mutlaka paylaşın!
Göreviniz sadece bu olsun! Ondan sonra kişi ne yaparsa, sizin sorununuz değil artık. İster namaz kılsın, ister kılmasın; ister oruç tutsun, ister tutmasın. Bunlar sizin sorununuz değil!.
Ama insanlar, dinin gerçek manâda niçin bildirildiğini bilmedikleri için, ömürlerini boşa harcıyorlar. Boşa geçen ömrü telâfi etme şansları da yok!. Giden gitmiştir. Geri dönüş yoktur!.
Çokları şöyle diyor:
“Biz ne yaparsak yapalım, nasıl olsa yukarıdaki bizi affeder!.”
Yukarıda biri yok! Bunun farkında değiliz. İşin en kötüsü o!..
Yukarıda bağışlayacak, cehenneminden çıkarıp, cennetine koyacak biri var zannediyoruz.
“Allah” isminin işaret ettiği gerçek mânânın ne olduğunun farkında değiliz.
“Affeder canım,” diyorlar.
Kim affediyor?. Kimi affediyor?. Neyi affediyor?. Niye affediyor?.
Bu sebeple, benim üzerinde en çok durduğum konu bu!.
“Allah“ isminin işaret etmek istediği anlamı, bu insanlar öğrenmelidir!.
İnsanların felâketi, bunu anlamamalarından geliyor!
“Allah“ adıyla işaret edilen, bu evreni bir noktadan yaratan ve nice noktaların yaratıcısı; asla anladığınız gibi gökte oturan bir tanrı değil; yukarıdan seni seyredip, seni imtihan edip, seni yargılasın!!!…
Öncelikle bu gerçek, fark edilmelidir.
sen “Allah“ için hiçbir şey yapmıyorsun!.
Yani sen, ALLAH için şunu şunu yapıyorum, diye düşündüğün anda, kendi hayâlinde yarattığın ve tapındığın tanrından bahsediyorsun demektir.
Hz. Ömer de, öyle anlatıyor zaten. Diyor ki:
“Biz kurabiyelerden tanrılar yapardık. Önce karşısına geçip tapınırdık. Sonra da o kurabiyeleri bir güzel yerdik”.
Şimdi, Hz. Ömer’in kurabiyeden tanrısı gibi biz de kendi kafamızda, yukarıya bir yerlere tanrıyı oturtuyoruz. Sonra da; nasıl olsa O(!) bizi bir yerlere sokar, merhamet eder, deyip, her şeye boş veriyoruz!!!.
Düşünmüyoruz ki; şu yemeği yemediğimiz zaman karnımız doymuyor! Yukarıdaki bizi doyurmuyor! Hastalandığın zaman ilâç almazsan, tedavini yaptırmazsan, yukarıdaki seni iyi etmiyor!..
Bu kesin gerçekler gözümüzün önünde olduğu halde, halâ yukarıda biri var, o bizi bağışlar zannediyoruz. Bu kadarla kalmayıp, onun için namaz kılacağımızı, onun için oruç tutacağımızı zannediyoruz.
İslâm Dini kapsamında olan ve de yapmamız tavsiye olunan şeylerin hiç birisi yukarıdaki birisi için, bir tanrı için değil; bizzat kendimiz içindir.
Nasıl sana tavsiye ile, “bu vitaminleri al, bunların faydasını görürsün” diye söylersem; sen bu vitamini benim rızam için, beni hoş ve memnun etmek için mi alacaksın?.
Hayır!. Kendin için alacaksın!. Ben sana sadece yararı olacak şeyleri söyleyip, tavsiye ediyorum.
İşte Hz. Muhammed s.a.v.’in insanlara ilettiği teklifler de, insanların kendi yararları için olan çalışmalar.
Ya bunları değerlendirirsin, yararını, faydasını görürsün; ya da ihmal eder, sonucuna da sen katlanırsın, ondan sonra hayatın cehenneme döner.
O zaman da; “niye ben cehenneme gittim, cehennemde kaldım“ dersin. İşte o zaman âyet tecelli eder;
“ALLAH sizi cehenneme atmadı, siz kendi kendinizi cehenneme attınız..”
Niye böyle?.
Çünkü, bilgisizlik yüzünden yapmanız gerekenleri yapmadınız. Sonucunda hayatınız cehenneme döndü. Meselenin esası bundan ibaret!.
Gençler, bunu çok daha iyi anlıyorlar. Yaşlılarda bir şartlanma var, yılların oturttuğu ve betonlaştırdığı bir şartlanma…
Kavramlarda da ayrı düşünüyoruz. Dolayısıyla, gençler bu konuları daha kolay anlıyorlar.
Arapça olan, “nâfi ” kelimesinin anlamı, “yararlı, faydalı” demektir. Ayrıca Esma-ül Hüsnâ’daki isimlerindendir.
“Nâfilelerle” demek, “bir takım faydalı, yararlı çalışmalarla kişi ancak ALLAH’a yakîn elde edebilir,” demektir.
Yani taban, en alt sınır olan çalışmalar, zaten kişinin kendini toparlayıp, kurtarabilmesi için zorunlu olan şeyler. Ama kişi, ALLAH’a yakîn elde etmek istiyorsa, bunu dışında daha bir takım yararlı, faydalı çalışmalar yapmak yani “nâfileler“ yapmak durumundadır.
Farzları yerine getirmekle değil, fazladan yapılan nâfilelerle kişi yakîn elde edebilir.
“Tefekkür”, ALLAH’a yakînin ilk basmağıdır.
Tefekkürü olmayanın yakîni oluşmaz!
Allah’a yakîn elde etmek isteyen kişinin adım atacağı ilk basamak tefekkürdür.
Yani, nâfile yapılan ibadetler, tefekkür basamağına basıldıktan sonra kişide tesirini göstermeye başlar. Tefekkür yoksa, zaten bir yere varılması mümkün değildir. Çünkü insanı hayvandan ayıran özellik, tefekkür özelliğidir.
“Tanrı” kavramı çok önemli!. Üzerinde çok duruyorum. Ama burayı çok iyi oturtmamız lâzım. Zira bu konu anlaşılamazsa, hiçbir yere varmamız mümkün değildir.
Bizde, doğuştan gelen veya çevreden yerleşen bir inanç var. O da, “tanrı” inancı!. Biz buna, ALLAH ismini taktığımız için de “ALLAH’a inanıyoruz,” diyoruz.
Hemen hemen hepimizde, Türkiye’de yetişmiş olan herkeste; “Biz ALLAH’a inanıyoruz,” diye bir inanç var. Fakat, “ALLAH” kelimesini hep “tanrı” kavramı anlamında kullanıyoruz.
Ben tecrübelerle şunu gördüm:
Genelde yapımızda, yaratılışımızda olan tanrı inancı dolayısıyla biz, bu tanrı inancını kafamızdan tam olarak atamıyoruz.
Ne yapıyoruz?..
“Allah” ismi ile ilgili olarak bu ilimle öğrendiğimiz bilgileri kafamızdaki “tanrı” kavramına şırınga ediyoruz. “Tanrı” kavramını, “Allah” kavramı ile aşılıyoruz. Ve, kafamızdaki “tanrı” kavramını Allah`laştırıyoruz.
Dediğimi iyi anlayın!.
Kafamızda veri tabanımıza göre oluşturduğumuz “ tanrı“ kavramını “Allah“laştırıyoruz. Böylece kendi yarattığımız “tanrı“ imajını “Allah“ adıyla etiketliyoruz.
Hakkıyla ALLAH’ı anlamış olmuyoruz.
“Allah“ adıyla işaret edilenin ne olduğunu anlayamadığımız için de, sistemde bir yığın aksaklıklar görüyor ve sualler soruyoruz.
Sistemde mevcut bağlantıları kuramamamızın, bu yüzden kafamızda beliren suallerin sebebi hep, “Allah” adıylla işaret edileni anlayamamamızdandır.
İşin problemli noktası burası!..
Varlıkta, çeşitli nesnelerin tasarrufunu görüyoruz. İnsanların, hayvanların diğer varlıkların, objelerin, o nesneler suretiyle dilediğini yapmakta olanın adıdır, ALLAH!.
Bu cümleyi kafanıza iyi not ediniz. Çünkü burası çok önemli!.
Varlıkta algıladığın, gördüğün, bildiğin birimler ve nesneler suretiyle, dilediğini yapmakta olanın adıdır “ALLAH”!..
Sen bir varlık, bir nesne, bir obje düşünüp, bir de onda tasarruf eden ikinci bir varlık düşündüğün anda, tanrı kavramındasın, Hz. Muhammed s.a.v.’in anlattığı ALLAH kavramından koptun ve uzaklaştın demektir.
“Allah“ ismiyle işaret edilenin ne olduğunu anlamak için birimi ve sistemi çok iyi gözlemek lâzım.
Birimi ve sistemi gözlemleyip ne kadar anlayabilirsen, o kadarıyla da Allah’ı anlayabilirsin. Başka türlü anlama şansın yok!.
Senin bütün duyuların, her şeyi, hep beş duyuya bağlı olarak algıladıklarına bağlı olarak değerlendiriyor. Dolayısıyla, bunun dışında senin gözlemleme şansın yok!.
Ya hayâlinde bir şey yaratacaksın, ona “tanrı“lık vasfını vereceksin. Ya da gözlemlediğindir ama, gözlemlediğin kadarı ile Allah’ı kayıt altına almayacaksın!.
Yani, bu yapıyor, öyleyse budur, demeyeceksin!.
Ressam resim yapıyor. Her bir resim ressamın bir özelliğini yansıtır ama resim ressam değildir. Resmi, ressamdaki vasıftan ayrı düşünemezsin. Çünkü onu ressam meydana getiriyor. Ama, ressamı da resimle kayıt altına alamazsın!
Sen beni tek bir kitabım ile kayıt altına alıp, “işte Ahmed Hulûsi, bu kitaptaki bilgilerden ibarettir“ diyemezsin. Çünkü, ben o kitabı yazdığım gibi 10-15 kitap daha yazarım. Onların dışında kafamda, daha yazmadığım bir çok bilgi var.
O zaman beni bir tek eserimle kayıt altına alamazsın.
Sen, “Allah“ıı bir tek “Kur`ân“ ile de kayıt altına alamazsın!.
Kur`ân “insanlara” gelmiştir. Kur`ân, “insanların gereklerine göre” gelmiştir. Dolayısıyla, Allah’ı Kur`ân`la kayıt altına alamazsın!.
O`nun sonsuz kelâmından bir kelâm, bir kelimedir, Kur`an!.
Ve yaşadığımız âlem, O`nun sayısız sonsuz âlemlerinden bir âlemdir.
Daha biz, bu içinde yaşadığımız âlemi tam anlayıp, değerlendiremezken; bu âlem gibi sayısız âlemleri, varlıkları meydana getiren “Allah“ ismiyle işaret edileni ne kadar tanıyıp, anlayıp, yorumlayıp değerlendirebiliriz?.
Şu işaret ettiğim parmakta, elde, her an tasarruf eden beyindir. El ve parmaklar hiçbir zaman kendi başlarına tasarruf edemez! Hiçbir el, beyinsiz hareket edemez! Nerede bir el veya parmak hareket ediyorsa, onda tasarruf eden bir beyin var demektir.
Bu varlıkta olan hiçbir birim, nesne, obje Allah’ın dilemesi, irade etmesi, kudreti dışında kendi başına tasarruf gücüne sahip değildir. İmkânı da yoktur.
Ama, beyni de hiçbir zaman bu elle kayıt altına alamazsın! Eldeki hareketleri görüp de, işte beyin sadece bu parmakları oynatır diyerek beyne sınır koyamazsın!
Bu dengeyi çok iyi anlamak lâzım!. ``Allah“ ismiyle işaret edileni anlamanın yolu buradan geçer. İşte bu şekilde eğer, Allah’ı kapsamlı olarak bu anlattıklarım istikametinde anlayabilirsek, işte o zaman kafamızda hayâl ettiğimiz tanrı kavramından uzaklaşır, gerçekleri fark etmeye başlarız.
Şayet bunu yapamazsak, sonucuna da paşa paşa katlanacağız…
* * *
Kur`ân`daki gerek “cennet“, gerekse “cehennem” anlatımı, bizim anlayışımıza göre, bize bir şeyler vermesi için yapılmış olan târif ve tanımlamalardır.
Bundan 100 sene önce yaşamış insana ben çıkıp da; “senin vücudun moleküller ve atomlardan ibarettir,” desem, adam bana bakar, “her halde kafayı üşütmüş bu, deli,“ der. Çünkü, çoğunluk onun gibi düşünüyor.
Dolayısıyla biz toplum olarak böyle düşünüyorsak; “bu adam deli, bizim düşünmediğimiz şeyleri söylüyor,“deyip, yalancılık ve delilik ile itham ederiz.
İşte, Kur`ân`daki “cennet” ve “cehennem” târifleri, tavsifleri de bize belli anlayışları göstermek, bildirmek üzere gelmiştir.
Yani, yanlış dediğimiz belli davranışları yaparsan sonunda seni sıkacak, azap verecek bir takım olaylar var. Eğer belli bir takım yapman gereken şeyleri de tavsiyelere uyup yaparsan, bunun neticesinin de senin için yararlı olacak bir takım sonuçlar var, anlamına olarak!.Yoksa, bunları somut nesneler olarak alıp, değerlendirmek çok güç!.
Senin kafanda düşünebildiğin, ulaşabildiğin en son noktada, “ben bu beden değilim, ben bir ruh yapıyım,” düşüncesidir.. Kendini bir ruh yapı olarak kabul ediyorsun.
Nitekim, rüyanda da kendini nasıl görüyorsun?
Bu madde bedenin ağırlığına sahip olmayan, zaman zaman en olmayacak işleri yapabilen lâtif bir beden olarak hissediyorsun kendini. Hattâ bazen, kendini dahi görmüyorsun.
Dikkat ederseniz, rüyada yaş kavramı da yoktur, hissedilmez!
İşte senin kafanda düşünebildiğin en ileri safha; “ben bir ruhum,” saplantısı oluyor. Halbuki, sen bir ruh da değilsin!.
Şu anda, “ben bir beden değilim,” bilincine eriştiysen, aynı şekilde sen, bir ruh da değilsin!.
Sen, “Evrensel Öz“den meydana gelmiş, bir “evrensel obje“sin.
Düşünürsen, hücreden, moleküle; molekülden, atoma; atomdan, atomun altına inerek, evreni meydana getiren dalgalardan ibaret olan yapıya gelirsin.
Senin. “ben“ dediğin gerçek varlığın “dalga-bilinç” varlıktır, “kuantsal” varlıktır. Dolayısıyladır ki, senin bilincin, bir dalga boyudur.
Bir dalga boyu olan bilinç, her dem kendinde tahayyül ettiğini var görür ve o hayâlin içinde yaşar. Onun için de “cennet“ adıyla işaret edilen ortamda ne düşünür, hayâl edersen anında o düşündüğün şey meydana gelir.
Örneğin; “benim beş tane bedenim olsun,“ dersin. Anında cennette beş tane bedenle yaşarsın. “Her biri ile ayrı ayrı şeyler yapayım,” dersen, her biri ile ayrı ayrı şeyler yaparsın.
Ben sana, senin bir bilinç varlık bir dalga boyu varlık olduğunu nasıl anlatabilirim?.
Ha, bundan 100 sene önce yaşamış birine ben onun bir moleküler, atomik beden olduğunu anlatmaya kalkmışım!..
Ha, bugün yaşayan sana, senin bir dalga boyu varlık olduğunu, dalga boyundan ibaret bir bilinçten oluştuğunu, maddi veya mânevi, ruhâni bir beden olmadığını anlatmaya çalışmışım?.
Dışarıdaki adam da benim bu konuşmamı dinlese, “bu adam üşütmüş, saçmalıyor,” der, geçer. O da haklı. Çünkü, içinde yaşadığı sistemin inceliklerinden gaberi yok; tefekkürü yok!.
İnsanlar bu anlattığım boyutları anlayamadığı için eski devirdekiler; “olay maddi değil, mânevidir,” diyerek insanlardaki azap duyma mekanizmasını kaldırıyorlar.
Yani, “olaylar ruhânidir, ruhta da azap duyma diye bir olay yoktur; öyleyse cehennemde azap duyma yoktur,” noktasına işi getirmek için bunu söylüyorlar.
İmam-ı Gazâli de, bu yanlış düşünceyi kesmek için; “cismâni beden var,” diyor.
Bugün nasıl “biyolojik beden” varsa, öldükten sonra da “ruhâni bir beden” var. Ama, bugün sen nasıl, “biyolojik bedenim var ama, ben bu beden değilim,” diyorsan, ruhâni beden de bir süre sonra terk edilecek bir beden!.
İmâm-ı Gazâli, Esma-ül Hüsna şerhinde “El Bâis “ isminin mânâsını açıklarken, ``defalarca beden değiştirmek“ten bahseder.
Yani, biyolojik beden gidecek, ruhâni beden gelecek. Ruhâni beden gidecek, nurâni beden gelecek. Veya, onun dışında başka tür bir beden gelecek.
Artık, geriye dönüş yok! Ama, ileriye doğru değişik ba`s `lar geçirileceğinden bahsediliyor.
* * *
“Yokluk Denizi” denen şey, senin bireysel varlığının var olmadığını anlamandır.
Mutlak manâda bir yokluk denizi yoktur.
“Yokluk``tan murad, tüm varlığın kendine özgü bir varlığı-vücudu olmayışıdır!.
Elin, kendini beyinden ayrı olarak, ayrı bir varlık hissedip, “ben dilediğimi yapıyorum” diye zannetmesi ne ile ortadan kalkar?
Elin yokluk denizine girmesi ile!…
El, yokluk denizine girerse; eldeki kan, kemik, sinir, damar hepsi beyne bağlı olduğundan; bağımsız bir varlığı olmadığını farkeder. Anlar ki bedenden ayrı bir varlığı yok ve tümüyle beyine tâbi!.
İşte “yokluk denizi“ denen şey, bu manâdadır.
Sana desem ki, “biyolojik bedenini atomik bedeninden ayır!`` Yapabilir misin bunu? Hayır!. Hiçbir zaman ayıramazsın!.
Çünkü, biyolojik bedenin, atomik bedenin sonucu olarak mevcut!.
Öyle ise, Zât ile “gayrı“ adını verdiğini birbirinden ayıramazsın!. Bu mümkün değil!
El ile beyni birbirinden ayırmak ne ise; “Allah“ ismiyle işaret edilen ile Muhammed`i de birbirinden ayırmak aynı şeydir.
“Rahmet” ille de merhamet değildir!. “Allah’ın rahmetinden geldi” demek, O`nun üretmesi ile meydana geldi demektir.
Allah’ın üretmesinin sonsuzluğu yanında, varlığın yok olması diye bir şey söz konusu değildir, demek!
“Allah“ın rahmeti, gazâbını geçmiştir” sözü;
Allah’ın ürettikleri iki kısımdır. Bir kısım ürettikleri, “Rahman” ismi kanalından gelir. Bir kısım ürettikleri “Rahim” ismi kanalından gelir.
“Rahman” ismi kanalından gelen üretimler, insanın yapısına ilk anda hoş gelmeyebilir. Fakat, o hoş gelmeyen- yakan-üzen şeyin özünde, ardında insan için büyük yarar ve güzellikler vardır.
“Allah rahmet eylesin” demek “ihsan ettikleriyle arındırsın saflaştırsın” demektir!.
Çünkü “Rahman”dan gelen “rahmet” arındırıcı-saflaştırıcıdır!.
Esasen dünyada yaşayanların bu “rahmet”e ihtiyacı vardır, ve yaşayan dostlarınızın ardından bu temenniyi yapın!…
Yaşan dostlarınız için; “Allah rahmet eylesin” temenni ve niyazında bulunun; ki onlar dünyadayken arınabilsinler!.
Halkın yanlışa şartlanmasıdır ölüye rahmet okumak!.
Ölümü tadanın rahmete ermesi de genelde yanarak olur!.
Cehennem dahi “RAHMET” sonucudur müminler için!.
“Rahiym” ismi kanalından gelenlerse, tamamen “insan”ın hoşuna giden şeylerdir.
“Rahiym”in tam tecellisi “cennet” ismiyle işaret edilen boyuttadır.
Ayrıca bu isimlerin bu açıklamaları, yorumları da insana göre, insan düzeyinde olan manâlardır. Evrensel manâlar değil!.
Olayı Evrensel Boyutta ele alırsak, manâsı çok değişir.
“Kurân”, insana gelmiştir. İnsan boyutuna hitab eder.
“Allah” kelâmlarından sadece bir tanesidir “Kurân”!.
Bu yüzden ki biz, Kurân’ı anlamaya kalktığımız zaman, bir çok temel gerçeğe dikkat etmek zorundayız!.
Çoğunlukla, konuları, halk dilinde söylendiği şekilde ele alıyoruz. Meselâ, “adalet”i herkese eşit muamele, yani “eşitlik” diye diyoruz!.
Doğada, sistemde “EŞİTLİK DİYE BİR ŞEYİN OLMADIĞINI” göre göre!
Halbuki, “adalet” her birimin yaratılış amacına göre hak ettiğinin verilmesidir!. Ya da hak etmediğinin verilmemesidir!.
Herkese eşit vermek değildir, adalet!
Her birimin kendi yapısına, yaratılış özellik ve amacına göre hak ettiğinin verilmesidir.
Biz herkese eşit muamele diye anlıyoruz. Ve sonra, “herkese eşit vermiyor!.” deyip, suçlayacak makam arıyoruz.
“Allah”, Kurân’da, herkese eşit vereceğim diye bir şey söylemiyor. “Ben Âdilim” diyor!.
İşte, bunun gibi, bir çok şeyi bizler yanlış anlıyoruz. Ondan sonra da, bu yanlışlığı getirip, tanrımıza bağlıyoruz.
Tabii ki, bu durumda tanrıyı beğenmeyip; “haydi canım, böyle tanrı olmaz” diyoruz.
– Suali olan var mı?
– Cuma ile ilgili bir sual sormak istiyorum.
Ticari işlerim ile ilgili olarak dolaştığım bazı Arap ülkelerinde, Cuma namazı için Câmiye girildiğinde, Arapların Cuma namazından önce iki rekât namaz kıldıklarını gördüm.
Hutbe bittikten sonra iki rekât Cuma namazı kılıyor, namazı müteakip sağ ve solundakilerle, tanıdık olsun olmasın tebrikleşiyor, sonra da dışarı çıkıyorlar.
Bu Arap dostlarım, Türkiye’ye geldiklerinde bizdeki uzun Cuma namazını görünce, bunun yanlış olduğunu, Cuma’nın bir bayram günü olduğunu, Cuma’dan sonra bu kadar fazla namaz kılmanın yanlışlığını söylediler.
Hangisi doğru efendim?
– Efendimiz, Hz. Muhammed s.a.v. kendisi Cuma günleri genellikle evinde iki rekât namaz kılar, mescide öyle gelir, hutbeden sonra iki rekât Cuma namazı kılınır; sonra mescitte iki rekât daha namaz kılardı. Bazen de, Cuma salasından sonra mescitte kılmaz, evine gelir, evinde dört rekât kılardı!. Cuma namazının orijinal olanı budur.
Sonraları “Ya, bu kıldığımız namazı TANRI kabul etmezse, biz ne yaparız” gibilerden düşünceyle “ne olur ne olmaz” deyip “öğle namazını da kılalım” demişler ve, Cuma salâsını bu vaziyete getirmişler.
Yani, Arapların orada tatbik ettikleri şekil doğrudur!.
Bizim, buradaki uygulamamız da böyledir.
Önden iki rekât namazı edâ ederiz. Cemaatle birlikte Cuma namazından sonra iki rekât daha edâ eder çıkarız.
“Hanımlar Cuma namazı kılamaz” diye bir kural da yoktur!.
Hanımlar da, Cuma namazını imama uyarak kılabilir!. Ama günümüzde, hanımlar kılamaz diye bir kural çıkarmışlar. O da yanlıştır!
Hazreti Rasulullah zamanında sabah namazına, yatsı namazına dahi hanımlar camiye giderlerdi. Cemaatle kılınırdı namaz!.
Hanımlar pek yalnız gelmesin diye, erkekleri ile beraber gelsinler diye, sonradan uyarı yapılmıştı.
Başka sorusu olan?.
Geçen haftaki konu ile ilgili bir sorum var;
“Cennette zaman yoktur!.” Demiştiniz.
“Suretlerin, birimlerin olduğu ve olayların birbirini tâkip ettiği olaydır, zaman!” Dediğimize göre ve cennette de bir takım olaylar ve birimler olduğuna göre, nasıl, zaman olmadığını çok iyi anlayamadım.
Bir de ışık hızında zamanın nasıl duracağını da anlamadım.
Biz dışarıdan baktığımız için, Güneşten gelen bir fotonun 8 dakikada dünyaya ulaşması belli bir zaman birimi!.. Ve ışık da, o zamana uyarak dünyaya geliyor. Belli bir yol katederek geliyor.
Işık açısından nasıl bir olay bilemiyorum ama, benim açımdan, bana göre belli bir zamana tâbi olarak geliyor..
Lütfen açıklar mısınız?
-Cuma’dan önceki bölümde yoktun!. Burada bir arkadaş, cennetle ilgili bir sual sordu. Cennetteki yapı ve olaylarla ilgili. O bölümde orayı biraz anlattım.
Zaman kavramı izafi bir kavram. Yani zaman, bazılarına göre daralır bazılarına göre yayılır, genişler.
Gece, hiç rüyâ görmemiş bir adama göre; gece yatıp sabah kalkan yaklaşık 8 –10 saat uyuyan bir adama göre, gece 1 saat mi, 5 saat mi, 10 saat mi?. Bu husus meçhuldür.
Ancak, şu da bir gerçek ki; Gecenin yarısında dişi ağrıyan, zonklayan bir adama göre 5 dakika süren diş ağrısı, bir asır gibi gelir.
Bunun bir başka örneği benim başımdan geçti…
Gençliğimde trafik kazası geçirip üç takla attığım zaman, direksiyonun başında oturuyordum.. Araba son derece yavaş bir şekilde, ağır ağır dönüyordu, bana göre!.
Ama, dışarıdan bakanlara göre araba 120 km. hızla, bir anda üç takla attı, diye tarif edilecekti olay!. Dışarıdakine göre olay bir anda olup bitti. Ama, bana göre o an öyle bir genişledi, yayıldı ki, son derece ağır bir biçimde ben o olayı yaşadım.
Bir başka örnek daha vereyim.
Saniyeli olan saatlere bir bakın, gözünüzü saate döndürüp baktığınız ilk anda, sanki saniye orada takılmış gibi görürsünüz!. Sonra saniye hareket edip normal hızıyla dönmeye başlar olur.
Zaman, algılayana göre değişken bir kavramdır.
Dünyaya göre zaman vardır, Güneşe göre zaman vardır, yani güneşin galaksi merkezi etrafındaki turuna nisbetle… İşte cehennemi zaman da budur!..
Bir güneş yılı ya da bizim anlayışımıza göre bir cehennem yılı dünya senesi itibariyle 255 milyon yıldır!.
Bu süreci biz nasıl algılarız?… Onu hep birlikte içine girdiğimizde göreceğiz!… Ama bu sürecin kimimiz için çok kısa, kimimiz için ise çok çok uzun olacağı bildirilmiş!.
Bu zaman kavramının ötesinde, cennet denilen ortamdaki yaşantıda ise; her dilenen, an içinde olup biter!
Hayâl ettiği şey, düşündüğü şey, kendisinde açığa çıkan biri, ilminin kadarıyla, o anda belli olaylar yaşar!.
Nasıl, bazıları rüyâ gördüğünde; “Yahu bu rüya hiç bitmedi. Sabaha kadar durmadan rüyâ gördüm” der. İşte bunun gibi, kendi ilminin getirisi olan bir ortamda, sonsuz var edişleri yaşar. Dolayısıyla artık burada, zaman kavramı kalkar.
“O, her an yeni bir yaratıştadır”; hükmü, cennet ehlinde tam anlamıyla yaşanır, hissedilir bir biçimiyle ortaya çıkar.
Her an yeni bir şeyler üretir, yaratır. Kendine birçok beden yaratır. Sayısız varlıkları yaratır. Çünkü kendisinde HÂLİK isminin manâsı açığa çıkmaktadır. İşte, bundan dolayı orada zaman diye bir kavram yoktur.
Ve cennetteki bühl sınıfı değil de, Ârifân sınıfı, dünyada bazılarının müşahede ettiği olayı orada somut bir şekilde yaşarlar.
Nedir o!. Namazda okuduğun, “mâliki yevmiddiyn”in anlamı?
Bu ifadeyi eğer iyi anlarsan, “mâliki yevmiddiyn” de; “iyyâke na’budu ve iyyâke nestaiyn” gizlidir.
Bir başka deyişle: “iyyake na’budu ve iyyake nestaiyn”, “mâliki yevmid diyn”in içinde mevcuttur. “Mâliki yevmid diyn” açıldığı zaman, açılmış hâli; “iyyake na’budu ve iyyake nestain” dir.
Biz, “Mâliki yevmiddiyn”i, nasıl anlıyoruz?..
“Din gününün sahibi”!?.. Peki, “din günü” nedir?.
Efendim, bir tarihte kıyamet kopacak da, kıyamet koptuğu zaman, din gününün sahibi Allah olacak!!!???…
Halbuki, “din günü” demek, “Dinin hükümlerinin geçerli olduğu her an” demektir. Burada, her “an”ın mâlikinin, Allah olduğu bildirilmektedir!.
“Din” adıyla anlatılan sistemin kurallarının geçerli olduğu her anda tasarruf eden, gerçek sahip, Mâlik, Hükümran, “ALLAH”tır demektir..
Bu ifadenin sonucu olarak da “Mâliki yevmiddiyn” diyebilen kişinin, bunu idrak edebilen kişinin, doğal olarak bundan sonra devam edip getireceği cümle, ifade: “iyyake na’budü ve iyyake nestaiyn”dir.
“Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım isteriz” anlamına gelen; “iyyake na’budu ve iyyake nestaiyn”i salât halinde diyebilenin de günâhları af olunur müjdesi vardır. Yani bunu diyebilen, idrak edebilenin günâhları af olur.
“Lâ ilâhe illâllah” sözü, bu anlattığım hususları bir şifre, bir öz cümle halinde ifade etme anlamını taşır. Yani, “lâ ilâhe illâllah” şifre hâli, kapalı hâli; “İyyake na’budu ve iyyake nestaiyn”, açılmış halidir.
İnsan, “Mâliki yevmid din”i anlayamadan “iyyake na’budu ve iyyake nestaiyn” demiş olmaz!
Onun için de, Fatiha’nın iki tür okunuşu önemlidir.
İki âyet arasına sadece virgül koyarak birlikte bir cümle gibi okumak.
İki âyet arasına noktalı virgül koyarak, bekleyerek ayrı ayrı okumak.
Virgüllü okursan, bir manâ yönü açılır. Noktalı virgüllü okursan, işin başka bir manâ yönü açılır.
Umumiyetle bir çokları bırakın manâ boyutunda düşünmeyi, ne okuduğunun dahi farkında değildir!.
Halbuki, Fâtiha`yı “OKU”mamış olanın namazı geçerli olmaz!.
Bu konuda Hz. Ömer’in bir sözü var, Diyor ki :
“Ben hayatımda kıldığım bütün namazları, Ebu Bekr’in kıldığı iki rekât namaza değişirim.”
Burada kastettiği nedir?
O, okunan kelimeleri anlamadaki kavrayış farkına işaret ediyor burada!
Demek ki, yapılan ibadetin amacı, o anda yaptığın şeyin anlamını hissedip, yaşayabilmek!.
Önemli olan; Neyi niçin yaptığını mutlaka ve mutlaka hissedilmesi!.
Koyun gibi, ağıldan çayıra, çayırdan ağıla hesabı; sokaktan seccadeye, seccadeden sokağa değil!. Yukarıdaki birini razı edip gözüne gireyim, ise hiç değil!.
Kendi özbenliğini, kendindekini anlayıp hissedebilmek, onun gereğini yaşayabilmek amacı ile ibadet gerçekleşir!.
Sen, sendekinden gâfil olduktan sonra yaptığın, ibadet olmaz ki!.
Yemek var, oturursun 1-2 saatte sofradan kalkarsın. Ağzına attığın her bir lokmanın lezzetine varırsın! Bir yandan dostlarınla sohbet edersin!. Akşam olsa da yemek yesem! Dersin…
Yine yemek vardır; İşe yetişeceğim diye bir sandviç ile geçiştirir, ne yediğini dahi bilmezsin!.
İşte, namaz da böyledir. Birileri sandviç yer gibi kılar; birileri de namazı ikame eder. Dostlarınla yediğin her bir lokmanın değerini hisseder gibi.
Genelde, gündüz vakit namazlarında bu durumu hissetmek zordur. İşte onun için denmiştir ki;
“Nâfilelerle, kulum bana yaklaşır”
Yani, gecenin müsait bir saatinde, belli bir kitap okumuşsun, bir tefekkür yapmışsın, bir konsantrasyonun oluşmuş. Ondan sonra da, o hedefe kilitlenmekle birlikte namaza durmuşsun.
Bir, “Allahu ekber” deyip, onun manâsını düşünüyorsun. Allah’ın sonsuzluk denizine dalıyorsun!.
Bir, “Elhamdu lillâhi rabbil âlemîn” derken ; Âlemlerin rabbi olan Allah, ancak kendi kendini bilebilir, hissedebilir, değerlendirir.
“O’nun varlığında bir hiçim!. O’nun sonsuzluğunun yanında ben neyim ki” diye düşünerek başlayabiliyor musun, “elhamdulillahi rabbil âlemîn”e?…
Ondan sonra da, ertesi gün; “gece olsa da, bir namaza dursam” der beklersin gene o ânı!..
İşte bu ikâme olunan namazdır!.
İkâme olunan namazın alâmeti, bir sonrakini sabırsızlıkla özlemektir.
Böylece kişi, “Allah”a yakîn elde etmeye başlar bâtınından!.
Şöyle dediğinizi duyar gibi oldum.
“Ben bunları hissedemiyor, yaşayamıyorum. Gündüz namazlarını kılmayayım mı?.
Hayır! Öyle şey olur mu hiç?.
O gündüz namazları sende belli bir taban oluşturacak. Gündüz, şuursuz olarak çektiğin zikir, tesbih beyninde belli bir açılım yapacak!. O açılımın neticesinde o gece namazında hissedip, yaşayacaksın.
Onun için ne diyoruz?.
“Gündüz, aklın fikrin nerede olursa olsun, o zikirleri yap!. Zikir, senin beyninde kapasiteyi açıp, artıracak”.
Târikatlara gidersin. Orada ne zikirler verirler?..
“Lâ ilâhe illâllah.”, “Allah”…
Bunlar esasen, zikirden öte şifrelerdir!
“Lâ ilâhe illâllah” bir şifredir. Yani, “Allah” ismiyle işaret edilen dışında başkaca bir varlık yok; bunu anla”; demektir.
Bunu anladıysan, kavrayıp içine sindirdiysen, bundan sonra artık, “lâ ilâhe illâllah” zikri yapılmaz!.
Alfabeyi öğrenip, ilk okulu bitirdikten sonra, lisede iken, “Bana alfabeyi yeniden öğretin” der misin?… Elbette hayır!..
Bilgileri öğrendin, o orada kaldı. İşin hakikatına yönelmek o kapıdan olur. Ama, ben bu kapıdan girdim diye, kapı eşiğine oturursan; içeri girip, yukarı çıkamazsan; ancak eşik muhabbetine devam edersin. Olayın hakikatına ulaşamazsın!.
Devamlı “Allah” isminin zikri yeterli “mâ’rifet” oluşturmaz!. Çünkü O, bir varlığın ismidir. O ismin işaret ettiği varlığın senin varoluşunu meydana getiren özelliklerini vurgulayan, anlatan “Esma-ül Hüsna” dediğimiz manâ isimlerinin zikri yapılır.
Çünkü, sendeki o isimler, sendeki belli özelliklere işaret eder ve onları açar. Dolayısıyla, insanın tekâmülü, gelişmesi esmâ zikrindedir.
Kim ne kadar esma zikri yaparsa, o yaptığı zikirin işaret ettiği özellik istikametinde; ve o kişinin istidat ve kabiliyeti kadarıyla açılımları olur. Kişinin zikir yapmadan da, kendini tanıması (bilmesi değil) asla mümkün değildir.
Adam, “lâ ilâhe illallah” ve “Allah” zikirlerine 40 yıl devam eder. Ama, bakar ki, hiçbir değişme yok!. Olmaz tabii ki!. Tekâmül, gelişme ancak, “esma” zikri ile olur.
Allah, hepinize ne yaptığınızı bilmeyi, niye yaptığınızı fark etmeyi; bilinçli bir şekilde, her şeyi yerli yerince oturtmayı nasip etsin!.
Cumanızı mübarek etsin!.