24 TEMMUZ 1998

Ahmed Hulûsi

Üstad

− Cümleten Merhaba!..

Hiç beklenmedik bir anda herhangi bir şekilde aranızdan, dünyadan ayrılabilirim… Ama Allâh’a ve sizlere karşı olan sorumluluk duygusu içinde yazdığım düşünceler sanırım hiç geçerliliğini kaybetmeyecektir!..

İnsanlar gelir-geçer ama belli bir temelden kaynaklanan düşünceler, asırlarla insanlara yön verir…

Tıpkı bizim asırlar öncekilerin yaşamlarını bilmememize rağmen onların düşüncelerinden istifâde etmemiz gibi…

Bizler kesin olarak bilmek zorundayız şu sorunun cevabını; ki sonra attığımız veya atacağımız adımlardan pişmanlık duymayalım…

Niçin var olduk; biz yaratılırken bizim ne yapmamız, hangi hedefe ulaşmamız istenmişti?

Yaradılış amacımızın farkında değilsek…

Veya…

Yaratılış amacımızı biliyor da gereği gibi yaşayamıyorsak…

Bizi kimsenin hiçbir şekilde pişmanlıktan kurtaramayacağını fark etmek zorundayız…

İnsan, düşünebilme kabiliyet ve istidadı kadarıyla, bildiğiniz gibi hayvan sınıfından ayrılır…

Çünkü bu fıtratla yaratılmıştır…

İnsanın kullandığı beden makinesi, hayvanın daha tekâmül etmişidir.

Ama insan, insan olarak yaratılmıştır, hayvansal özellikler taşıyan beden içinde!

Ne yazık ki, bazıları, insanlıklarının farkında olmadan, bedensel özellikleriyle bilincini kayıtlamış ve böylece, hayvandan aşağı duruma düşmüşlerdir, Kurân’a göre…

Vahdet bilgisi Kurân’ın temel anlayışına hiçbir zaman ters düşmemelidir…

Bazı anlayışı kıtlar şu soruyu soruyorlar…

Mâdem her şey Allâh’ın varlığıyla vardır, hayvanı niye aşağı görüyorsun?

Şurasını anlayamıyorlar;

Varlıkta her ne varsa, “ALLÂH Adıyla İşaret Edilen”in, kendi ilminde yarattığı özelliklerle var olmuştur… Ama onlar, o özelliklere göre de, gene yaratan tarafından tasnif edilmiştir… Mertebeleri de yaratan kendisidir!

Dolayısıyla, “yaratılmışların en şereflisi” olarak tanımlanan ile, o özelliklere sahip olmayan arasında elbette ki mertebe farkı vardır ve bu farkı vurgulamak, onu hor hâkir görmek değildir!

Dışarıdan birim nasıl görülürse görülsün; veya değerlendirilirse değerlendirilsin; kişi sonuçta, kendi yaşadıklarının neticesi olarak, yaşayacaklarına katlanmak durumunda kalacaktır…

Sizin bana verdiğiniz değer veya değersizlik, benim yaşamımı hiç değiştirmez; ve sonuçta, ben, yaşamakta olduğum idrakın sonuçlarını yaşarım, daha sonraki aşamalarda…

İnsanlara, “insan”lıklarının ne olduklarını fark ettirmek üzere, görevli (yani bunun farkında olabilecek fıtratla yaratılmış) kişiler gönderilmiştir geçmişte ki, bunlara Nebi ya da Rasûl denmiştir…

Bunlar fıtratlarının gereği olarak, geldikleri toplumun alabileceği düzeyde, onlara uyarılarda bulunmuştur… 

Allâh indîndeki tek Din İslâm’ı, yani “Allâh’ın yaratmış olduğu sistem ve düzeni” onların seviyesine göre açıklamışlardır…

Şimdi bu olayları, Tek’ten çok’a bakışla değerlendirirsek…

Tek, “mertebeleri, mertebelerin ehillerini ve mertebelerin gereği olan özellikleri yaratmıştır”ı gözlemleriz… Ve herkesin yaratılış mertebesine göre özelliklerle donatıldığını görürüz…

Kim hangi görevle zâhir kılınmışsa, elbette ki görevinin kemâlâtına da hâizdir.

Ama o kemâlâta sahip olamayanlar tarafından, o kemâlât sahipleri noksanlı olarak mütalaa edilebilir doğal olarak ve bu da zaten olması gerekendir..

Şimdi bizler gibi normal insanlar, bir Nebi veya Rasûl’deki kemâlâtı kapsayamayız…

Onun için de, onları değerlendirmeye tâbi tutamayız!

Ancak biz, bir Rasûl tarafından bu konuda bilgi gelmişse, buna iman eder ve ona göre onları değerlendirmeye çalışırız…

Nebi’ler, kendi hakikatlerini bilerek, geldikleri toplumların yaşam düzeylerine göre, bir ileri basamağı öneren görevli zâtlardır…

“Rasûl”ler de Rasûllük ettikleri mertebenin “Rasûl”leridir…

Hazreti Muhammed’den sonra gelen bütün hakikate vâkıf olmuş zâtlarsa, vâkıf oldukları hakikat nispetinde, Hazreti Muhammed’in ilminin yayıcılarıdır ve hiçbiri Nebî olamaz!

Çünkü Nübüvvet devri kapanmıştır Hz. Muhammed ile birlikte…

Kıyamet alâmeti olarak bildirilen Deccal’in çıkışı gerçekleşmeden, o devrin Müceddidi’nin kim olduğunu da kimse bilemez!

Çünkü, “Müceddid”lik bâtında görülen bir işlevdir; ve Kutb-ul İrşâd gibi bâtınen yapılan bir yayın söz konusudur bu görevde… Geldikleri çağın toplumunun anlayışına göre İslâm Dini’ni anlatan, açıklayan, “Din” anlayışını geçmişteki eklenti ve hurafelerden arındıran zâtlarmış “müceddid”ler… Kendilerini yaşadıkları topluma açıklamaları gerekmezmiş…

Nitekim, şu an hicrî 1418’de olmamıza ve yüzyıl başını 18 sene geçmemize rağmen, −kesinlikle bu devrin müceddidi gelmiş olmasına rağmen− ortada bir müceddid görememekteyiz Dünya üzerinde!

Demek ki bu yüzyılın müceddidi de, −Allâh bilir nerede ve ne zaman− gelmiştir ve bâtınen görevini yapmaktadır… Ama ne yönde ve nasıl?

Ayrıca, “müceddid”ler, bir ülkeye değil, dünya toplumuna ve dünya yaşamına dönük olarak görev yaparlar duyduğum kadarıyla…

Hâlbuki insanların çoğu, siyasî anlamda bir müceddid ve halife hayaliyle yaşamaktalar; siyasî anlamda İslâm saltanatı beklemektedirler benim düşüncemin tersine olarak!

İnsanlar, İsa Aleyhisselâm’dan siyasî krallık ummuşlardır; yanılmışlardır; çünkü o kendi krallığına değil semânın krallığına yani ölüm ötesi boyutta saltanat sürmeye davet etmiştir onları… İnsanlar yanılmıştır O’nu değerlendirme konusunda…

İnsanlar, Muhammed Aleyhisselâm’ı da siyasî lider gibi görmek, kral gibi düşünmek istemişlerdir; yanılmışlardır; çünkü O da insanları gidecekleri boyutun sultanı olarak yaşamaya davet etmiş ve bu dünyada bir yolcu gibi yaşamaya davet etmiştir onları…

Rasûlullâh Aleyhisselâm’ın bütün vârisleri dahi, siyasetle ilgilenmemiş ve “Rasûl”lük yolundan yürüyerek, insanlara ölüm ötesi yaşama kendilerini hazırlamalarını; “Halife” olarak bu dünyadan ayrılmalarını tavsiye etmişlerdir… Bizim tespitimiz −yanılıyor olabiliriz ama− böyle!

Dünya’da rejimler gelir ve geçer… İnsanlar gelir ve geçer!.. 

Ama her dem geçerli olan bir hakikat vardır ki, insan olanı ilgilendirir bu da yalnızca…

O da “İNSAN” olanın “en şerefli mahlûk” ve “yeryüzünde halife” olarak yaratılması gerçeği…

“İnsan” olan, fıtratındaki “HALİFE” olma istidat ve kabiliyetiyle, bunun gereğini yaşamak ve bu özellikle bu dünyadan ebediyet boyutuna intikâl etmek için yaşar…

İnsan bedeni kullanan bazı beyinler ise, bu amaçtan farklı bir çizgide, yalnızca daha iyi yemek-içmek-çiftleşmek-uyumak ve sürekli, bir şeylere sahip olmak amacıyla beynini kullanıp, gününü bu doğrultuda harcar!..

İdraksızca, şartlanmalara dayalı olarak belki arasıra namaz kılıp, oruç tutup, sadaka−zekât verip, gününü bedensel arzularını tatminle geçirir…

Daha sıkışırsa, “gidip gören mi var?” deyip, neredeyse imansızlığını açık eder…

Elbette ki onları da Yaratan bu özellikleriyle yaratmıştır cehennem ahalisinden olarak!..

Cehennem dedim de…

“SPAWN” diye bir film oynadı televizyonda ve kasetleri satılıyor burada şimdi… “SPAWN” filminde bir çok sahneler, kutsal kitaplardaki cehennem tarifi üzerine öyle gerçekçi bir şekilde çevrilmiş ki, şaştım kaldım!..

M… sordu seyrederken filmi… “Gerçekten böyle mi cehennem” diye… “Hani cehennem şimdi olduğu gibi, duygu ve yanlış değer yargılarımızdan dolayı yanma değil miydi?” diye…

Ona anlatmaya çalıştım… “Nasıl, bu dünyada bir yanlış duygu veya şartlanmamızdan dolayı yanarken, aynı zamanda bedensel başka azap ve ıstıraplar da söz konusu ise… Cehennem ortamında da, aynı şekilde, hem yanlış değerlendirme şartlanmalarımızdan, hakikatimizi bilip hakkını verememekten dolayı yanma söz konusudur; hem de bedensel (yani ruh bedenin içinde bulunduğu Güneş’in içindeki bize alev gibi görünen) ortamdaki fiziksel şartlar dolayısıyla cehennem kavramı geçerlidir… dedim…

Rasûlullâh’ın anlattığına göre, kişi kabre konulduktan sonra ona cennet ve cehennem gösterilip, ona sonuçta gideceği yer bildirilir…

O da buna göre kabirde ya “bir an önce kıyamet kopsa da cennete girsem”, ya da “aman kıyamet gecikse de şu cehenneme girmesem” diye düşünerek yaşamını sürdürür…

Burada şunu hiç unutmayalım… Beden boyutu da ebedîdir; biyolojik−ruhsal−nûrsal beden şeklinde; bunun yanı sıra şuur boyutunda kişinin şuurunun erdiği idraktaki düşünsel boyut da ebedîdir…

Ama “İnsan” olarak yaratılmış olan, bunlarla beraber, “Allâh” ahlâkıyla ahlâklanmış ve Allâh değerlendirmesiyle varlığı ve yaratılmışları değerlendirir bir şekilde “HALİFE”liğinin gereği için yaşar…

Ne mutlu “ALLÂH RASÛLÜ” Muhammed Mustafa’nın ümmeti olup, O’nun ilmi gereğince yaşayıp yolundan yürüyenlere!

Evet… şimdi sorularınıza açığım bildiklerim kadarıyla…

Soru

− Düşünceyi durdurma çalışmaları nasıl olur?..

Üstad

− Olabildiğince Allâh gibi (!) düşünmek suretiyle!

Soru

− Cehennem’in zemheri’nden bahsedilir ve soğuk olduğu söylenir. Yanma dışında başka durumlar da mı olabilir? 

Üstad

− Bize göre yanma söz konusuyken; başka yapıdaki varlıklara göre de donma söz konusu olabilir elbette…

Soru

− Abdest sadece şarj alımına yönelik bir olay mı? Eğer öyleyse, zâhir anlamda abdest almadan namaz kılınabilir mi?

Üstad

− Allâh Rasûlü abdestsiz namaz kılmadığına göre, kimse bunun olabileceğini söyleyemez…

Biz, abdestteki hikmetlerden birinin de bu olabileceğini ifade ediyoruz… Ayrıca, abdestten bir mânâ da dünyaya ait beşerî değer kirlerinden arınmak suretiyle varlığın hakikatine yönelmek olduğunu da unutmayalım…

Soru

− Hz. İsa, niçin dinini kendisini inkâr edeceğini söylediği havarisi üzerine kuracağını söylemiştir?..

Üstad

− Hz. İsa, Din kurmamıştır. DİN=SİSTEM kurucusu Allâh’tır… Burada yanlış anlama veya nakletme olduğu kanaatindeyim.

Soru

− Abdest ile beşerî kirlerden arındığımıza göre, namaza durunca ellerimizle attığımız nedir?..

Üstad

− Elimizle ne atıyoruz, anlayamadım..?

 Soru

− Namaza dururken tekbir getirerek misal yollu ellerimizi kulak hizasına kaldırıp beşerî değerlerimi atıyorum misali olarak attım dediğimiz düşünce…

Üstad

− Evet, elleri kaldırma, dünya değerlerini arkaya atma anlamında olabilir…

Soru

− Dünya eriyip bittiğinde, biyolojik beden boyutunda halifelik bitecek mi?

Üstad

− Yeryüzünde elde ettiklerin sonsuza kadar seninle beraber devam edecektir.

Soru

− Yapışık ikizler hakkında seyrettiğimiz bir belgeselde, ikizler aynı bedeni paylaşıyorlardı. Bu çift başlı, tek vücutlu ikizlerin ruh bedenleri nasıl oluşuyor?

Üstad

− Ruhu beyin üretir… Beyin sayısı kadar ruh söz konudur, bildiklerime göre…

Soru

− ALLÂH hakkında bilmediğimiz şeyleri söylemenin haram oluşu bizde düşünce maceramızda sınırlar olmalı anlamında mı?..

Üstad

− Hayır, “ALLÂH İsmiyle İşaret Edilen” hakkında yanlış ve beşerî değer yargılarına göre kanaat sahibi olarak “ALLÂH” gerçeğinden kendimi uzaklaştırmamak içindir.

Soru

− Enfüsî boyutta Deccal’i “cüz’i nefs” olarak düşünürsek, Müceddid’i ne olarak düşünmeliyiz?

Üstad

− İlim olarak… 

Soru

− “Her şey bir anda olmuştur…”, “O her an yeni şândadır…” âyetleri arasındaki farkı nasıl anlamalıyız, ALLÂH’ın Tek’liği açısından?..

Üstad

− Allâh’a göre: her şey ilminde bir anda olmuştur; ezelden ebede kavramı bize göredir ve bu arada “O her an yeni bir şândadır” bize göre!..

Soru

− Kişi ölümü tattıktan sonra cenaze namazını kılanları, kendini yıkayanları görür, kabre koyanları ve gidenlerin ayak seslerini işitir… Bu duyma ve görme olayı, üst boyut algılayıcısına göre oluşan bir hâl midir? Bunun mânâ boyutu açısından Efâl’de algılanışı nasıldır?

Üstad

− Üst boyut algılayıcısına göredir elbette… İkinci soruna açıklık getir lütfen..

Soru

− O mânânın algılanışı o kişinin özelliklerini meydana getiren melekî katmanın sese ve görme fiiline göre mi tahakkuk eder?

Üstad

− Evet.

Soru

− Akıllanmayacak deliler insan boyutunda yer alır mı?.. Âhiret yaşantısındaki yeri neresidir?..

Üstad

− Dünyadakinin devamı olan bir boyuttur baştan beri hasta olanlar için… Sonradan aklını yitirenler ise son akıl kayıtlarına göre muamele görürler…

Soru

− “Ama o kemâlâta sahip olamayanlar tarafından, o kemâlât sahipleri noksanlı olarak mütalaa edilebilir doğal olarak ve bu da zaten olması gerekendir” neden?.. Bu da zaten olması gerekendir..?

Üstad

− Evet… olması gerekendir…

Soru

− 120. günden kısa bir süre sonra anne karnındaki yapının ölümü durumunda âkıbeti ne olur Üstadım?..

Üstad

− Beyninin açılımına göre imanlı veya imansız olarak genetiğindeki özellikler doğrultusunda bir yapıya ve ortama gider…

Soru

− Üstadım “Allâh” isminin mânâsını gerçek mânâda algılayamadığıma göre, bu anlayış bende oluşana kadar bir ateist gibi düşünmek mi daha faydalı olur yoksa şu anki tanrı anlayışıma devam mı edeyim?

Üstad

− Tanrı varmış gibi yaşa; ateist gibi düşün; “ALLÂH” gerçeğine ermek için duaya devam et!

Soru

− İman geni varsa 120. gün bir başlangıç değil, bir sürecin sonucu mudur? Bu durumda 120. günde olan olay nedir?..

− Üstadım, iman geni varsa 120. gün bir başlangıç değil, sonuç olmaz mı?.. 

Üstad

− İman geninin işlevini yapıp yapmayacağı o günde alacağı tesire bağlı olarak açığa çıkar, tıpkı diğer genetik özellikler gibi…

Soru

− Hz. Muhammed’in Kulluğu da Rasûllüğü gibi Allâh’a ve Hüviyete bağlanıyor… Bunu sistemsel olarak nasıl anlayabiliriz? Kulluğun Rasûllükten önce gelmesinin sistemdeki farklılığını nasıl anlamalıyız?

Üstad

− Kulluğun varoluşu yaratılış itibarıyla öncelik taşır, Tek’likten sonraki aşamadır… Rasûlluğü ise kesretin varoluşuyla bağlantılıdır; dolayısıyla ikinci sırada gelir.

Soru

− Üstadım… İnsanın yıldız haritası, “alın yazısı” olduğuna göre ve terkibiyetini ortaya koyduğuna göre, buna göre de zikir çalışması yapılıyorsa… Bir bilgisayar programı yapılıp insanın doğum tarihi verildiğinde eksik isimlerini görüp hangi isimleri ne kadar çekeceğini verebilir mi?

Üstad

− Doğum haritası çok genel bir olaydır ve çok kaba bir yaklaşımdır… Konuda göremediğimiz pek çok katkı vardır… Biz genel anlamda belli bir istikamette ilerlemeyi sağlayan isimlerin zikri konusunda yardımcı olmaya çalışırız… Onun ötesinde insanın ilmini geliştirerek idrakını arttırması çok önemlidir…

Soru

− Üstadım tâ ki, anlaşılana kadar denenecek, oluşumuz; Hz. İsmail’in boynuna inen bıçak mıdır? Yoksa, “hiç kimseye kaldıramayacağı yük yüklemedik” midir? Teşekkür ederim.

Üstad

− “Anlaşılana kadar denenecek olmamız” sembolik anlatımdır bize göre; olayın gerçeğini anlayana kadar (fıtratımız elveriyorsa) o olayla imtihan olacağımızı gösterir.

Soru

− Gen’ler, bir anlamda Levhi Mahfuz’un zâhire çıkışı olur mu?.. Şayet böyle ise astrolojik tesirlerin altındaki melekî fonksiyonların esprisi ne olmaktadır?..

Üstad

− Genetik özelliklerin açığa çıkmasına yol veren, melekî etkilerdir…

Soru

− “Huzura çıkmak, huzura ermişlerin hakkıdır” ifadesini nasıl değerlendirebiliriz?..

Üstad

− Allâh ile tatmin olmuş kalpler, bulundukları ortamda huzur duyarlar…

Soru

− Şayet bir insan kopyalanırsa o insan kendi ruhunu üretebilecek vasıfta olabilir mi?..

Üstad

− Her insan beyni, kendi ruhunu üretir…

Cevap

− Çok teşekkür ederim efendim..

Üstad

− Evet sizleri geç bıraktım… Özür dilerim…

Katıldığınız için teşekkürlerimi sunarım… Herkese iyi geceler…